1. Allah’ı Bilme: Ebû Hanife

Nu’man b. Sâbit Ebû Hanife (ö. 150/767) Kûfe’de doğdu. Aslen Türk, İranlı veya Afganlı olduğu tahmin edilmektedir. Ticaretle meşgul olduğu, bu arada zaman zaman Basra’ya giderek bidatçılarla münazaralarda bulunduğu, bu sebeple ilk olarak akaid ve cedele, daha sonra fıkhi konulara eğildiği zikredilir. Birçok sahabe ve tabiinin ileri gelenlerinden ders almıştır. Babası Sabit’in Hz. Ali’yi ziyaret ettiği nakledilir. İlim kaynakları nihayet Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ud ve Abdullah b. Abbas’a ulaşmaktadır. Ayrıca Kûfe Re’y ekolünün önde geleni, Hammad b. Ebû Süleyman’dan ders almış, hocasının vefatı üzerine (120/738) yerine geçerek ders vermeye başlamıştır. Yüzlerce öğrenci yetiştirdiği, bunların kırkının müçtehid derecesinde olduğu nakledilir.

Ebû Hanife, ders esnasında konuları etraflıca soru-cevap şeklinde sorgular, tahkik ederdi. İnandığı ve doğru bildiği konularda doğruyu cesaretle ifade etmekten sakınmamış, idrak ettiği Emevi ve Abbasi dönemlerinde, bazı âlimleri ve kadıları tenkit etmiş, idarecilerin zulümlerine karşı durmuş, onları tasvib etmemiştir. Bu sebeple teklif edilen görevleri kabul etmemiş, bu arada kendisine yapılan işkencelere göğüs germiştir. Yazdığı risalelerde, en faziletli ilmin ilahi zat ve sıfatlarla ilgili olarak inkârcıların şüphelerini bertaraf etme amacını güden “fıkh-ı ekber” olduğunu ve bu silaha kendimizi savunmak için muhtaç olduğumuzu vurgulamaktadır. İmam Şafii (ö. 204/820), insanların akaid ve kelamda Ebû Hanife’ye muhtaç olduklarını belirtir. Akaide Dair Eserleri: 1. el-Fıkhu’l-Ekber: Eser bazı batı ve doğu dillerine çevrilerek birçok kere basılmıştır. On beş kadar şerhi vardır; Aliyy’ul-Kârî ve Ebû’l-Müntehâ şerhleri en meşhurlarıdır. 2. el-Fıkhu’l-ebsat, 3. el-Alim ve’l-müteallim, 4. er-Risale, 5. el-Vasiyye.

Ebû Hanife; Kaderiyye, Cebriyye, Mürcie, Müşebbihe ve Mutezile gibi pek çok mezhebin ortaya çıktığı bir devirde, inançla ilgili görüşleriyle, ilerde yavaş yavaş gün yüzüne çıkacak olan Ehl-i Sünnet akidesinin teşekkülüne zemin hazırlamıştır. Ona göre ’usulu’d-din’, fıkıhtan daha faziletlidir. İmam Şafiî ve Bağdadî, onun ilk Ehl-i Sünnet kelamcısı ve kelam ilminin kurucusu olduğunu kaydederler. Diğer taraftan fıkıh sahasında akıl ve re’ye yaslanan ilk önemli sima Ebû Hanife’dir. Hadis rivayeti konusunda göstermiş olduğu titizlik meşhurdur. Bazı araştırıcıların tespit ettiği gibi, bu durum, onun, hadisler için akıl, müşahede ve kıyasa uygun olma şartını ileri sürmesinden kaynaklanmıştır. İbn Abdilber’in dediği gibi, o, Kur’ân’dan çıkarılan esaslara kıyaslayarak üzerinde görüş birliği edilen hadisleri esas alıyor, onlara uymayan haberleri reddediyordu. Sonuç olarak Ebû Hanife’ye göre, “Kur’ân’a aykırı hükümler taşıyan hiçbir söz Hz. Peygambere ait olamaz.”

Bir kişi bunu yakinen bilir ve ikrar ederse İslam’ın bütününü kabul etmiş olur. O, mümindir. Eğer Türk yurdunda (yani İslam ülkelerine uzak olan yerlerde) bulunan birisi İslam’ı bütün olarak kabul etse, fakat farzlarından, hükümlerinden ve Kur’ân-ı Kerim’den hiçbir şey bilmese, onlardan hiçbirini ikrar etmese, sadece Allah’ı ve O’na imanı kabul etse o, yine mümindir.

… Eğer Allah insanlara peygamber göndermeseydi, insanların O’nu akıllarıyla bilmeleri vacip olur, peygamber gelinceye kadar emir ve yasaklardan sorumlu olmazlardı. Hiç kimse yaratıcısını bilmemekte mazur değildir. Çünkü herkes gökleri ve yeri, kendisini ve başkalarını kimin yarattığını sezmektedir.

… Nasıl ki akıl, dalgalı ve fırtınalı bir deniz içinde yük dolu bir geminin kaptansız olarak seyretmesini muhal görürse, aynen bunun gibi çeşitli halleri ve değişim durumları ile bu âlemin, hikmetli iş yapan bir sanii, yaratanı, koruyanı ve her şeyini bileni olmadan mevcudiyetini imkânsız görür. Yine akıl, ana karnından en güzel bir surette çıkan çocuğun, yıldızlar ve tabiatın tesiri ile değil, belki yaratıcı ve hikmet sahibi bir zatın takdiri ile meydana geldiğine hükmeder. Bu âlem devamlı değişmektedir. Değişim ise bir değiştiricinin olmasını gerektirir. Nasıl ki boş bir arsa üzerinde yapılan muhkem bir bina, onu yapan bir ustanın varlığına delalet ederse, bu âlemin değişmesi de onu değiştiren, hükmünde galip bir değiştiricinin bulunduğuna delalet eder. O da Allah’tır.

Peygamberin nübüvveti Allah tarafından (Allah’ın bildirmesi ile) bilinir. Çünkü peygamber her ne kadar Allah’a çağırsa da, Allah insanın kalbine peygamberi tasdik etmeyi ve tanımayı ilham etmedikçe, onun söylediklerinin doğruluğunu hiç kimse bilemez. Bu sebepledir ki Cenab-ı Hak: “(Rasulüm) Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, fakat Allah dilediğine hidayet verir. Hidayete girecek olanları en iyi O bilir” (Kur’ân 28: 56) buyurmuştur. Eğer Allah’ı tanımak peygamberin tanıtması ile olsaydı, Allah’ı bilmede insanları minnet (başa kakma) Allah tarafından değil, peygamber tarafından olurdu. Halbuki Yüce Rabb’ı tanımakta minnet, Allah’tan peygamberedir. Allah’ın insanlara minneti ise, onlara peygamberi tasdik etmeyi öğretmesi sebebiyledir…

İnsana tevhid ilminin inceliklerinden bir şeyi anlamak güç gelirse, bir âlim bulup meseleyi soruncaya kadar, Yüce Allah katında doğru olan ne ise onun hak olduğuna inanması gerekir. Sormayı ertelemesi caiz değildir. Kişi bu hususta tereddüt içinde beklemekle mazur sayılmaz. Eğer bu tereddüdünde devam ederse küfre düşer.

Beyazizade 2000. el-Usulu’l-münife li’l-İmam Ebi Hanife, terc. İlyas Çelebi, İstanbul: M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, s. 89–90.