1. Gazzâlî Psikolojisinde Evrimci Biyo-Psikolojik Yaklaşım: Sadık Türker

Gazzâlî’nin psikolojiye kattığı teorik yenilik, esasen onun yönteminde ve yaklaşımındadır. Zira filozoflara göre idrakin kaynağı sayılan ruh cisimsel olmayan bir varlık olarak görülüyorken, el-Cuveynî (ö. 478/1085) ve öğrencisi el-Gazzâlî (ö. 505/1111) gibi İslam düşünürlerine göre ruh, duyusal cisimlere (el-ecsâmu’l-mahsûsa) nüfuz ederek yayılan ince cisimlerdir (ecsâmun latîfetun müşâbeketun). Yayılma süregittikçe cisimde hayat devam eder, yayılmanın bitmesiyle ölüm meydana gelir. Gazzâlî’nin psikoloji anlayışındaki yaklaşım farklılığının temelinde bu görüş yatar. Dolayısıyla o, idrakin temelini araştırırken maddi süreçlere yer vermekten çekinmez.

Gazzâlî psikolojisi, filozoflarda olduğu gibi, büyük ölçüde metafiziğin psikolojik temellerini hazırlama; yani varlığı açıklamaya aday olan bilen öznenin doğasını inceleme amacını güder. Ancak o, psikolojiyle ilgili görüşlerinde, metafizikçi filozoflarınkinden ziyade doğabilimci filozoflar ve hekimlerin tespitleriyle hareket eder. Zira Gazzâlî psikolojisi, daha ziyade beyin ve sinir gibi maddi süreçler ile beslenme gibi biyolojik süreçleri odak noktasına koymaktadır. Bu tutumuyla onun, psikolojinin metafiziğe hazırlama görevini, fizyolojiyle ve tecrübeyle sınırlı bir çerçeve içerisinde düşündüğü sonucu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Gazzâlî psikolojisinin hareket noktası, doğal olarak hayvanın, hatta bitkileri de kuşatan canlının fizyo-psikolojisi ve biyo-psikolojisidir. Gazzâlî’ye göre insan, tıpkı hayvanlar gibi çeşitli aletlerle (el-âlât) donanmış bir varlıktır. Bu aletlerin algılama, korkma, isteme ve kaçma gibi etkinlikleri gerçekleşmesinde, nesnelerde içkin halde bulunan manalar rol oynar. Genel olarak filozof, psikolojik süreçleri, maddî süreçlerle açıklar.

Canlıların üreme güdüsünü kendisine hareket noktası yapan kimi çağdaş biyo-psikologların aksine Gazzâlî, bütün canlıların en temel ortak güdüsü olarak gördüğü beslenmeden hareketle, onlardaki idrak yetilerinin gelişimi ile besin arama ihtiyacı arasında doğrudan bir bağıntı kurar. Gazzâlî’nin ikinci önemli hipotezi, idrak yetilerinin gelişimi ile besin kaynağının uzaklığı arasında kurduğu doğrudan bağıntıdır. Buna göre hareket ilkesinden yoksun olan ve sadece dokunma duyusuna benzer bir duyuya sahip canlılar, bitkilerdir. Hayvanlardaki en ilkel idrak düzeyi, besin kaynağına temas etmeyi gerektiren dokunma duyusudur; ancak hareket kuvvetine sahip olmasından dolayı hayvanlarda farklı idrak yetileri gelişmiştir. Başka bir deyişle besin kaynağı uzaklaştıkta, hayvanlarda uzakta olanı idrak etme yetileri gelişmiştir. İdrak yetilerinin gelişiminde Gazzâlî’nin çağdaş evrimci biyo-psikolojik görüşleri andıran, besin kaynağına olan uzaklık ile yetilerin gelişimi arasında doğrudan kurduğu bağıntı ve “İşitme duyusuna olan ihtiyacın şiddetlendi; böylece sende bu duyu yaratıldı” gibi ifadeleri, son derece dikkat çekicidir. Algılardaki tekrarlanmanın (el-mirâra) anlaşılması, idrakteki bir başka boyutu; nihayet tekrarlanmalardaki sonların (el-’avâkıb) anlaşılmasını sağlayan akıl, Gazzâlî psikolojisinde beşerî idrakin son boyutunu oluşturur.

Hayvanî kuvvetler, hareket ettirici kuvvet (el-muharrike) ve idrak kuvveti (el-mudrike) olmak üzere ikiye ayrılır. İdrak kuvveti, dış ve iç kuvvetlerden oluşur. Dış kuvvetler, cisimlerin doğasında içkin halde bulunan anlamları elde eden beş duyudur. İç kuvvetlerse hayalgücü (el-kuvvetu’l-hayâliyye), vehimgücü (el-kuvvetu’l-vehmiyye) ve düşünmegücüdür (el-kuvvetu’l-mufekkira).

Filozofların konuşan nefs (en-nefsu n-nâtika) adını verdiği insani düşünen nefsin (en-nefsun-âkıletu’l-insâniyye) iki kuvveti vardır: bilme kuvveti (el-kuvvetu’l-’âlime) ile yapma kuvveti (el-kuvvetu’l-’âmile). Her iki kuvvet de, sesteş olmak şartıyla akıl diye adlandırılabilir. Yapma kuvveti, insan bedenini insana özgü çıkarımlarla insani sanatlara doğru hareket ettiren ilkedir. Bilme kuvvetiyse işi madde, mekân ve zamandan soyutlanmış kavrananların hakikatlerini idrak etmek olan teorik kuvvettir. Bu hakikatler, kelamcıların kah haller (ahvâl) kah yönler (vucûh) diye adlandırdığı, filozoflarınsa soyut tümeller (el-kuliyyâtu’l-mucerrede) dediği tümel yargılardır.

“Nefsin iki türlü etkinliği vardır”; birincisi bedenle ilişkili etkinliği olup bedeni koruması ve yönetmesidir. Bu kapsamda zihnin gerçekleştirdiği algılama, hayal etme, arzulama, kızma ve korkma gibi görevler vardır. İkincisi zihnin kendisine ve kendi ilkeleriyle ilişkili olup kavramları idrak etmesidir. Bu iki etkinlik birbiriyle çatışır, çünkü “zihin ne zaman bunlardan birisiyle meşgul olursa diğeriyle ilişiği kesilir.” Zihin ne zaman kavramları düşünmeye başlasa, diğer görevlerini askıya alır. Öte yandan elem ve korku gibi duygular söz konusu olduğundaysa idrak tatile çıkar. Bedendeki bütün organlar belirli bir olgunluktan ve birey kırk yaşına vardıktan sonra zayıflar; gözler iyi görmez ve kulaklar işitmez olur. “Halbuki çoğu durumda akıl kuvveti, bu [yaştan] sonra güçlenir.”

Duyular, esas itibariyle canlıların beslenmesini sağlayan idrak aletleridir (âletu’l-idrâk). Bitkilerde, kökler ve yapraklardaki damarlar sayesinde beslenmeyi sağlayan bir idrak kuvveti vardır. Ancak bitkilerde beslenmeyi sağlayan idrak, bitkinin belirli bir yere sabit olmasından dolayı, onun temas halinde bulunduğu çevreyle sınırlı bir iş görür. Hayvanlarsa hareket kuvvetine sahip olmalarından dolayı daha gelişmiş besin arama aletlerine sahiptirler; bu yetiler sayesinde onlar, kendilerinden uzakta olan (mâ ba’ude) besini arayıp bulabilirler. Genel olarak hayvanların idrak aletleri, görme ve işitme gibi nesnesini temas etmeksizin idrak edenler ile tatma ve dokunma gibi nesnesini ancak temas ederek idrak edenler olmak üzere ikiye ayrılır. Zira temas olmaksızın dokunma idraki gerçekleşmez; öte yandan nesnesiyle temas haline getirilen göz, nesnenin rengini idrak edemez. Bitkilerde olduğu gibi hayvanlarda da beslenme ilk ve temel görev olduğu için, hayvanlarda oluşan ilk idrak aleti dokunma duyusudur. Dokunma duyusu topraktaki kurtçukta bile bulunur. Dolayısıyla “bu duyuya sahip olmayan hiçbir hayvan düşünülemez; çünkü [bir şey], hiçbir şekilde dokunma idrakine sahip değilse, hayvan değildir.” Besin kaynağıyla temasta bulunmayı gerektiren dokunma duyusu, idrak aletlerinin en ilkelidir; “çünkü hayvanın kendisinden uzakta olanı idrak etmesi, hiç şüphesiz daha mükemmel bir idraktir.” Demek ki hayvanlarda koklama, tatma, görme ve işitme gibi diğer idrak aletleri olmasaydı, bir kurtçuktan farksız olurlardı. Hayvanların besin aramasında koklama her ne kadar daha üstün bir idrak aletiyse de, daha uzakta olanı idrak etme aleti olan görme duyusu ondan üstündür. Çünkü görme duyusu, daha uzaktaki besin kaynağının yönünü (cihet) saptamaya imkân verir. Nihayet, bir duvarın arkasındaki besin kaynağını görme imkânı olmadığı için, işitme duyusu bu engelin aşılmasını sağlar. Aristoteles’in görme duyusunu en üstün kabul etmesine karşın, Gazzâlî’nin işitme duyusunu görme duyusundan daha üstün saymasının nedeni, büyük ihtimalle onun vahiy bilgisiyle olan temsili ilişkisidir.

[İşitme duyusuyla], duvarın yahut bir engelin arkasında bulunan şeyin hareketi esnasında çıkardığı sesleri idrak edersin. Çünkü görme duyusuyla yalnızca karşında duran şeyi idrak edebilirsin, gözden uzak olanıysa ancak sesler ve harflerin düzenlenmesiyle oluşan ve işitme duyusuyla idrak edilen sözle anlaman mümkündür. İşitme duyusuna olan ihtiyacın şiddetlendi; böylece sende bu duyu yaratıldı ve sözü anlama [özelliğiyle] diğer hayvanlardan ayrıldın.

Hayalgücü, beynin ön tarafında ve görme organının gerisinde yer alır. Görülen şeylerin biçimleri, gözü kapattıktan sonra orada saklı kalır. Hatta beş duyudan gelen veriler, orada birbiriyle imtizaç ederek bir araya gelir. Bu yüzden ona, ortak duyu (el-hıssu’l-muşterak) adı verilmiştir. Hayalgücü olmasaydı beyaz balı gören [daha önceden bal tatmış] kişi, onun tatlılığını [diliyle] tatmaksızın idrak edemezdi. Balı ikinci kez görünce, ilk seferinde olduğu gibi, onu tatmaksızın tatlı olduğunu anlayamaz. Fakat balda içkin halde bulunan bir manayla, bu beyaz tatlıdır yargısında bulunulur. Dolayısıyla o kişide, [bu beyaz şey ve tatlılık] durumlarını, yani renk ile tatlılığı birleştirerek bunlardan birinin varolması durumunda ötekinin de varolduğu yargısında bulunacak bir gücün olması gerekir.

Bu, yalnızca cisimlerdeki biçimleri ve özellikleri idrak eden hayalgücü veya ortak duyudur.

Hayalgücü ile beynin ortasında yer alan vehimgücü arasındaki farklılık şudur ki, birincisinin idrak ettiği, yalnızca cisimlerde varolan, dolayısıyla cisim olmaksızın idrak edilemeyen biçimlerdir (es-suvar); ikincisinin idrak ettiğiyse “cisimlerde varolması gerekmeyen fakat düşmanlık veya uygunluk gibi cisimlerde ilineksel olarak bulunabilen manalardır. Zira koyun, kurdu [algıladığında] onun rengini, biçimini ve genel görünüşünü idrak eder; bunlar ancak cisimde bulunan şeylerdir. [Halbuki koyun, bütün bunların dışında] kurdun kendisine karşı olduğunu da idrak eder.” “Karşıtlık ve uygunluk, zorunlu olarak cisimlerde bulunan renk ve şekil gibi değildir, fakat [bu manalar] ilineksel olarak cisimlerde de bulunabilir.” Beyindeki konumunun farklı olması, idrak ettiği şeylerin biçim değil mana olması ve bu mananın cisimde bulunmak zorunda olmaması gibi üç sebepten dolayı, “vehimgücü, hayalgücünden başka bir kuvvettir.”