1. Gündüz ve Gecenin Doğası, Bunların Bütünlüğü Ve Başlangıçları Üzerine: el-Birûni

Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Birûni, kendisini Ebu Reyhan olarak anmakta, Doğu literatüründe ise el-Birûni olarak bilinmektedir. el-Birûni, Farsça ( ) ﺒﯿﺮﻭﻦ kökünden türeyen ve “dışarıdan” anlamına gelen bir kelimedir. Hayatının ilk yıllarını Harezm’de geçiren Birûni ardından Cürcan’a geçmiş, sonradan Afganistan’a yerleşmiştir. Biruni, Cürcan’da (1000’li yıllar) Geçmişin İzleri adlı eserini yazmıştır. Bu eserde “izlerle” kastedilen, yazarın kendi zamanına kadar farklı milletlerce korunmuş olan ve köklerini antik dönemlerde bulan dini kurumlar ve mezheplerdir. Birûni; Mecusi, Yahudi, Nesturi, Hint, Sugdian, Moled ve diğer kavimlerin takvimlerinden ve geleneklerinden bahsetmiş, bulabildiği tüm geleneksel vakaları toplamış, bunları birbiriyle karşılaştırmış ve büyük bir özenle her bir gelenekteki faziletleri ve kusurları araştırmıştır. Bütün bu araştırmalarında matematiksel kesinlik en son ölçme yöntemi olmuş, karşılaştığı gelenekteki herhangi bir matematiksel işlemi, kendi hesaplama yöntemleri ile test etmiştir. Bu açıdan modern anlamda kritik araştırma ruhuna sahip olan Birûni, Doğu öğrenim ve öğretim tarihinde önemli bir figür olarak görünmektedir.

Gündüz ve gece; Güneş’in, bir yörüngede başlayıp tekrar o yörüngeye dönen ve evrenin yörüngesinde gerçekleşen tek bir dairesel dolanımıdır. Bu durumun, hangi yörünge olursa olsun, aynı Niktomeran’ın (“νυχθήμερον” Yunanca 24 saatlik bir gün için kullanılan terim) başlangıcı olarak farz edilmesi genel kabul gören bir vakadır. Bu daire ’muazzam’ bir dairedir; zira her bir daire dinamik olarak bir ufuktur. ”Dinamik olarak” derken kastettiğim şey, bunun (bu dairenin) yeryüzündeki herhangi bir yerin ufku olabileceğidir. “Evrenin yörüngesi” derken de, her iki kutbunda doğudan batıya doğru dönerken gözlemlediğimiz gök küre hareketini ve bu hareketin içinde yer alan her şeyi kastediyorum.

Günün Başlangıcı Olarak Güneşin Batışı- Artık Araplar kendi Niktomeran’ın başlangıcı olarak batan Güneş’in ufuk dairesiyle kesiştiği noktayı kabul etmektedirler. Bu sebeple, onların Niktomeranları, Güneş’in ufukta kay
BİLİM VE TEKNİKTEKİ GELİŞMELER
311
bolduğu andan bir sonraki gün kaybolduğu ana kadar sürmektedir. Onları böyle bir sistemi benimsemeye götüren neden ise, aylarının Ay’ın izlediği yola –yani ayın çeşitli hareketlerinden kaynaklanması– dayalı olması ve ay başlangıçlarının hesaplama ile değil yeni ayların görünmesi ile tespit edilmesidir. Bu durumda ortaya çıkışı onlarla birlikte yeni ayın başlangıcı olan Dolunay, Güneş’in batışına doğru gözle görülür bir hale gelmektedir. Bu sebeple de geceleri gündüzlerinden önce gelir ve yine bu sebeple gündüzleri ve geceleri haftanın yedi gününün ismiyle bağlantılı olarak zikrederken gecelerin gündüzlerden önce gelmesi onlar için bir gelenektir.

Bu noktada bunları kabul eden kişiler, karanlığın (yaratılış) sırasında ışıktan önce geldiğini ve ışığın, karanlık hâlihazırda mevcutken aniden ortaya çıktığını ve bu sebeple de varoluş esnasında daha önce olanın başlangıç olarak alınmaya en uygun olacağını söyleyerek bu sistemi savunmaktadırlar. Bu nedenle, hareketsizlik ve sükûneti karanlıkla karşılaştırdıklarında, hareketin her zaman ihtiyaç ve zorunluluktan meydana gelmesi, bu zorunluluğu yorgunluğun takip etmesi ve bu açıdan yorgunluğun hareketin sonucu olması nedeniyle, sükûneti (hareketin yokluğunu), hareketten daha üstün görmüşlerdir. Son olarak ise, sükûnet (hareketin yokluğu) bir süre öğelerin içinde kalmaya devam ettikçe bozulma yaratmazken, hareket öğelerin içinde kaldıkça ve bu öğeleri etkisi altına aldıkça çürüme meydana getirir. Buna örnek olarak da depremleri, fırtınaları dalgaları, vs. delil olarak gösterirler.

Günün başlangıcı olarak güneşin doğuşu– Diğer milletler, Yunanlılar ve Romalılar ve bu milletleri benzer bir kuramla takip eden topluluklar, kendi ayları hesaplama yaparak türetildiği ve Ay’ın evrelerine ya da herhangi başka bir yıldıza bağlı olmadığı için ve ayrıca aylar günün başlangıcıyla başladığı için Niktomeran’ın, Güneş’in doğu ufku üzerinde doğduğu andan bir sonraki günün aynı anına kadar geçen süre olarak düşünülmesi gerektiği konusunda kendi aralarında uzlaşmaya varmışlardır. Bu sebeple, onların düşüncesiyle birlikte, gündüz geceden önce gelir ve bu düşünce ışığında, ışığın bir Varlık, karanlığın ise bir Yokluk olduğunu iddia ederler. Işığın varoluşta karanlıktan önce geldiğini düşünenler hareketin sükûnetten (hareketin yokluğundan) daha üstün olduğuna inanırlar zira hareket bir Yokluk değil, Varlık’tır, ölüm değil yaşamdır. Karşıt görüşteki argümanlara ise; gökyüzünün yeryüzünden daha mükemmel olduğu, çalışan genç insanların en sağlıklı insanlar olduğu ya da akan suyun durgun su gibi kötü kokmadığı gibi benzer örneklerle karşılık verirler.

Günün başlangıcı olarak öğlen ya da gece yarısı– İyi eğitimli astronomlar arasında en saygın olanların büyük bir çoğunluğu Niktomeran’ı, Güneş’in meridyene (en tepe noktasına) ulaştığı düzlem anından bir sonraki gün içerisindeki aynı ana kadar geçen süre olarak düşünürler. Bu görüş arada kalmış bir düşüncedir. Bu sebeple, bu kişilerin Niktomeranı meridyen (tepe noktası) düzleminin görülebilen yarısıdır. Astronomik tablolar (kanunlar) üzerindeki hesaplarını bu sistem üzerine inşa etmişlerdir ve böylece yıldızların konumları, eşit hareketleri ve düzeltilmiş konumlarıyla birlikte almanaklarda mevcut hale getirilmiştir. Diğer astronomlar, meridyen düzleminin (tepe noktasının) görünmeyen yarısını tercih eder ve bu sebeple örneğin Şehriyaran Şah Zici yazarı gibi günlerini gece yarısında başlatırlar. Her iki yöntem de aynı prensip üzerine kurulu olduğu için mevcut durumu herhangi bir değişikliğe uğratmaz.

İnsanlar pek çok koşuldan dolayı meridyeni (tepe noktasını) ufuk çizgisine tercih etmeye ikna olmuştu. Bunlardan birincisi, Niktomeranın değişkenlik gösterdiğini daha öncesinde keşfetmiş olmaları ve her zaman aynı uzunlukta olmamasıydı, zira bu durum tutulmalar esnasında duyularımızla bile net olarak algılayabileceğimiz bir değişkenliktir.

Bu değişkenliğin sebebi, Güneş’in ekliptikteki rotasının bir seferde hızlanmış diğer seferinde ise yavaşlamış olarak değişiklik göstermesi, ekliptiğin her bir kesitinin dairelerden (ufuklardan) farklı hızlarda geçmesidir. Bu nedenle, Niktomerana dahil olan bu değişimi ortadan kaldırmak için bir çeşit eşitlemeye gereksinim duydular; ve meridyen üzerindeki ekliptiğin yükselmesi suretiyle Niktomeranın eşitlenmesi dünyanın her yerinde sabit ve düzenlidir çünkü bu daire (meridyen ile) doğru açı oluşturan yer kürenin ufuklarından biridir; ve koşulları ve nitelikleri dünyanın her yerinde aynı kalır. Bu niteliği ufuksal dairelerde bulamamışlardır, zira her konuma göre farklılık göstermektedir ve her enlem herhangi başka bir yerdekinden farklı olarak kendine ait belli bir ufka sahiptir, zira ekliptiğin her bir kesiti ufukları farklı bir hızda geçer. Ufukları (Niktomeranı eşitlemek için) kullanmak, hem hatalı hem de karışık bir süreçtir.

Meridyeni ufka tercih etmelerinin bir diğer nedeni ise farklı yerlerdeki meridyenler arasında yer alan mesafelerin ekvator ve paralel daireler üzerindeki meridyenlerin mesafelerine tekabül etmesi, diğer taraftan ufuksal daireler arasındaki mesafelerin Kuzeysel ve Güneysel deklinasyonlarla aynı olmasıdır. Yıldızlar ve onların konumları ile bağlantılı her şeyin doğru bir tanımını yapmak meridyene bağlı olan yön aracılığı ile yapılan hariç olmak üzere mümkün değildir. Bu yöne “boylam” denir ve “enlem” denilen ve ufka bağlı olan diğer yönle hiçbir ortak noktası yoktur.

Bu nedenle hesaplamalarına düzenli ve sabit bir temel oluşturabilecek olan bu daireyi seçtiler ve diğerlerini kullanmadılar; bununla birlikte ufukları kullanmak istemiş olsalardı bu mümkün olabilir ve bu onları uzun ve dolambaçlı bir süreçten sonra meridyeni seçmeyle aynı sonuçlara götürebilirdi. Ancak uzun ve dolambaçlı bir yoldan gitmek için doğru yoldan sapmak muhtemelen bilerek yapılan en büyük hatadır.

Gündüz, gece ve oruç gününün süresi– Bu durum, gece de dâhil olmak üzere, bizim için günün temel tanımıdır. Eğer parçalarına ayırıp ayrımını yaparak başlayacaksak, daraltılmış anlamı içerisinde “Yevm” (gün) ve “Nehâr” (gündüz) kelimelerinin aynı anlama geldiğini, Güneş’in doğduğu zamandan battığı zamana kadar geçen süre olduğunu söylemeliyiz. Diğer taraftan, “Leyl” (gece), Güneş’in batışından doğuşuna kadar geçen süredir. Bu sebeple, bu iki terim Müslüman bir fakih dışında herhangi bir anlaşmazlığa mahal bırakmayacak şekilde tüm milletler tarafından genel kabul görmektedir. Bahsi geçen Müslüman fakih günün başlangıcını tan yerinin ağarması, günün sonunu ise Güneş’in batışı olarak tanımlamaktadır; zira gündüz ve oruç süresinin aynı şeyler olduğunu kabul etmiştir. Bu görüşü için de Allah’ın (Bakara Suresi, 187. ayet: Metinde 183. ayet olarak geçmiş ancak, diyanetin mealinde 187. ayet olarak görünmekte) şu ayetleriyle kanıt sunar: “Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da geceye kadar orucu tam tutun.”. Bu durumda bahsedilen fakih bu iki terimin (tan yerinin ağarması ve gece) günün iki sınırı olduğunu (başlangıç ve son) savunmaktadır. Ancak Kur’ân’da yer alan bu ifadeyle bahsi geçen görüşün en ufak bir bağlantısı bile yoktur. Zira eğer orucun başlangıcı günün başlangıcıyla aynı şey olsaydı, Allah’ın herkesçe çok iyi bilinen ve apaçık olan bir şeyin tanımını bu ifadelerle yapmış olması mantıktan yoksun bir şeyi açıklamak için yapılmış zahmetli bir teşebbüs olurdu. Benzer şekilde günün sonunu ve gecenin başlangıcını benzer terimlerle tanımlamamıştır çünkü bu durum tüm insanların genel anlamda bildiği bir şeydir. Allah orucun tan yeri ağardığında başlaması gerektiğini emreder, fakat orucun bitişini benzer ifadelerle tanımlamaz yalnızca “gece” oruç son bulmalıdır der; çünkü herkes bunun Güneş’in kaybolduğu zaman olduğunu bilir. Bu sebeple Yaratıcı ilk cümledeki ifadelerle (yani “Tan yeri ağarırken, siyah iplik beyaz iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin”) günün başlangıcını kastetmez.

Bizim yaptığımız yorumun doğruluğunu gösteren kanıt yine Allah’ın ayetidir (Bakara Suresi, 187. ayet): “oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı” ve devamında “sonra da geceye kadar tüm gün oruç tutun” diyor. Böylece, Allah kişinin karısıyla olan münasebet hakkını, yeme içme hakkını tüm gece boyunca değil, belli şekilde sınırlandırılmış sürede genişletmiş oluyor. Benzer şekilde, bu ayet bildirilmeden önce yatsı namazından sonra (gecenin karanlığı başladığında) yemek içmek Müslümanlara yasaklanmıştı ve insanlar hala oruçlarını gündüzler ve gecenin bölümleriyle değil yalnızca günlerle (oruç süresinin gündüzden çok daha uzun olmasına rağmen) hesaplıyordu.

Bu durumda, şayet insanlar bu ayette (Bakara Suresi, 187. ayet) Allah’ın insanlara günün başlangıcını öğretmek istediğini söylerlerse bu ister istemez insanların bu ayetten önce gündüzün ve gecenin başlangıcı konusunda cahil oldukları sonucunu doğurur ki bu da ancak saçma bir durum olur.

Ya da şayet insanlar yasal günün doğal günden farklı olduğunu söylerlerse, bu kelimeler içerisinde bir değişiklikten başka bir şey olmaz ve o dilin kullanımına göre herhangi bir şeyi bir isimle ifade etmek başka bir anlama gelir. Bunun yanı sıra ayette güne ve başlangıcına dair en ufak bir şeyden bile bahsetmemiş olması göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak bu konuyla ilgili inatçı bir tartışmadan kendimizi uzak tutuyoruz ve karşıt düşüncede olanlarla bizim mevzuumuz hususunda bizimle uzlaşmaya varacaklarsa biz de onlarla uzlaşmaya varmaya hazırız.

Bu noktada, tam tersi mantığımıza apaçık görünen herhangi bir şeye nasıl inanabiliriz? Zira Batıdaki akşam alacakaranlığının, doğuda karşılık geldiği şey sabah alacakaranlığıdır; her ikisi de aynı nedenden doğar ve her ikisinin de doğası aynıdır. Bu sebeple, şayet, sabah alacakaranlığının doğuşu günün başlangıcı ise akşam alacakaranlığının kayboluşu da günün bitişidir. Aslında bazı Şiiler de böyle bir doktrini benimsemek zorunda bırakılmışlardır.

Bundan önce açıkladığımız konu bağlamında bizimle aynı fikirde olmayanların, yılda iki kez gece ve gündüzün eşit olduğu olgusu noktasında -bir kez ilkbaharda ve bir kez de sonbaharda-bizimle hemfikir olduklarını düşünelim. Dahası tıpkı bizim gibi en uzun gündüzü Güneş’in kuzey kutbuna en yakın olduğu zaman; en kısa gündüzü ise güneşin kuzey kutbundan en uzak mesafede iken yaşadığımızı; en kısa yaz gecesinin en kısa kış gündüzüyle eşit olduğunu o kişi de düşünmektedir ve aynı anlamın Kur’ân’da iki ayetle ifade edilmiştir: “Allah geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar” (Fatır Suresi, 13. ayet: Çeviride 14. ayet olarak geçmiş) ve “geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor” (Zümer Suresi, 5. ayet). Bu durumda şayet bunu bilmiyor, ya da bilmiyormuş gibi davranıyor iseler her halükarda gündüzün ilk yarısının altı saat uzunluğunda, benzer şekilde diğer yarısının da aynı şekilde olduğunu kabul etmenin önüne geçemezler. Buna mukabil, Cuma günü aceleyle camiye giden kişilerin imtiyazlarıyla bağlantılı olarak gündüzün başlangıcından Güneş’in batışına kadar olan altı saat içerisinde çalışma süreleri en kısa süre olmasına rağmen kazandıkları ücretin en yüksek olduğunu gösteren bilindik ve onaylanmış bir gelenekten ötürü körmüş gibi davranamazlar. Bu durum eşit olan saatler (Horoe rectoe) açısından değil, eşit olmayan saatler (Horoe temporales oblique: Dünyanın eksen eğikliği yüzünden gündüz ve gece saatlerinin değişmesi) açısından anlaşılmalıdır ki bunlar ekinoksal olarak da adlandırılırlar.

Bu noktada bu kişilerin isteklerine boyun eğip iddialarının doğru olarak kabul etmemiz gerekiyorsa, ekinoksun; Güneş kış dönümünün her iki tarafından birine doğru hareket ettiğinde (yani kış gündönümünü noktasının yanında ya bu noktaya vararak ya da o noktadan ayrılarak) meydana geldiğine; bunun diğer bölgeleri dışarıda bırakarak Yeryüzünün sadece bazı bölgelerinde meydana geldiğine; kış mevsimindeki gecenin yaz mevsimindeki gündüze eşit olmadığına ve öğlen vaktinin Güneş’in doğuş ve batış noktalarının ortasına ulaştığı an olmadığına inanmalıyız. Diğer taraftan kendi kuramlarından yaptıkları bu kaçınılmaz çıkarımların tam aksi, konuyla ilgili yalnızca çok az bilgiye sahip olan kişilerin çoğunlukla kabul ettiği sonuçtur. Ancak yalnızca bu sorgulamalarından ortaya çıkan benzer saçmalıklardan sonra kimlerin belli bir noktaya kadar (göksel) kürelerin hareketlerine aşina olduğu tamamıyla anlaşılacaktır.

Şayet insanların tanyerinin ağarması ile ilgili “sabah geldi, gece gitti” sözüne bağlı kalınacaksa Güneş’in batmasına yakın olduğu ve sarardığı zaman söyledikleri “akşam geldi, gündüz gitti, gece geldi mi?” sözü karşısında ne düşünülmelidir? Bu gibi ifadeler yalnızca insanların her zaman karşılaştığı kesin zamanın yaklaştığını, ilerlediğini ve uzaklaştığını gösterir. Bu gibi ifadeler metafor ve metonimik (kinaye) olarak açıklanmalıdır. Bu durum dilin kullanımı içerisinde mümkündür. Örneğin; Allah’ın ayeti (Nahl Suresi, 1. ayet): “Allah’ın emri gelecektir. Artık onun acele gelmesini istemeyin” buna örnek olarak gösterilebilir.

Bizim söylediklerimizin destekler nitelikteki bir diğer argüman ise, Hz. Peygambere (Allah’ın salât ve selamı O’nun ve ailesinin üzerine olsun) atfedilen şu hadistir: “Sabah namazı sessizdir”. Ayrıca insanlar öğle namazına “ilk” namaz derler zira öğle namazı gündüz kılınan iki namazdan ilkidir; diğer taraftan ikindi namazına da “orta” namaz derler, çünkü gündüz vakti kılınan iki namazdan ilki ile gece kılınan namazların ilkinin arasındadır.

Burada ele aldığım tüm konular içindeki tek amacım, belli felsefi ve fiziksel nedenler için gerekli olan şeylerin Kur’ân’da işaret edilen şeylerin aksini kanıtladığına inanan ve kendi fikirlerini fakih ve müfessirlerden birinin doktrini ile desteklemeye çalışan insanların düşüncelerini çürütmektir. Allah hidayet ihsan eylesin!

The Chronology of Ancient Nations an English Version of the Arabic Text of the “Athâru’l-Bâkiya of Albîrûni” or “Vestiges of the Past”, Dr. C. Edward Sachau, London, W. H. Allen&Co, 1879, s. 5–10.
Publications of the Institute for the History of Arabic-Islamic Science, Islamic Mathematics and Astronomy, Institute for the History of Arabic-Islamic Science at the Johann Wolfgang Goethe University Frankfurt am Main, Ed. Fuat Sezgin, 1998, C. 31, s. 5–10.
Çeviren: S. Ertan Tağman