1. İslam Hukuk Metodolojisi Nedir?

İslam hukuk metodolojisinin, İslam hukukundan ayrı bir bilim olarak geliştiğinin, bu konuda seçik bir bilinç oluştuğunun kanıtı olarak aşağıda Serahsî ve Gazzâlî’nin görüşlerine yer verilmiştir.

İslam Hukuk Metodolojisi: es-Serahsî

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Fıkıh Usulünün Tanımının Açıklanması: el-Gazzâlî

Felsefe, kelam, tasavvuf, İslam hukuku ve hukuk metodolojisi (fıkıh ve fıkıh usûlü) gibi birçok alanda pek çok eser veren Hüccetülislâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî (ö.505/1111), İslami ilimler tarihinin en önemli ve etkili simalarından biridir. Gazzâlî, Nizâmülmülk’ün (ö. 485/1092) kurduğu Nizamiye medreselerinde hocalık yapmıştır. Şâfiî mezhebine mensup olan Gazzâlî fıkıh usûlüne dair meşhur eseri el-Müstasfa’da şöyle der:

Biz Usûlü’l-Fıkh adı verilen ilim dalını bu kitapta düzene koyup toparladık ve bu kitabı önsöz ve dört bölüm üzerine kurduk. Önsöz kitaba giden yolu kolaylaştırıcı ve hazırlayıcı niteliktedir, bölümler ise esas maksadı içeren kısımdır.

Kitabın girişinde ilk olarak usûlü’l-fıkhın anlamını, tanımını ve gerçeğini, 
ikinci olarak onun önemini ve ilim dalları içindeki yerini, 
üçüncü olarak onun nasıl bu önsöz ve dört bölüme ayrıldığını, 
dördüncü olarak onun bütün kısımları ve ayrıntılarıyla nasıl dört bölüm altında işlendiğini, 
beşinci olarak onun bu önsözle arasında ne tür bir bağ bulunduğunu ifade edeceğiz.

... “Fıkh”ın anlamı bilinmeden “usûlü’l-fıkh”ın anlamı bilinemez. “Fıkıh” ilk konulduğu anlam bakımından bilmek ve anlamaktan ibarettir. “Falanca iyiyi ve kötüyü fıkheder” denildiğinde, onun bunu “bilir ve anlar” olduğu kasdedilir. Ancak âlimlerin örfünde (terminolojisinde) fıkıh özellikle mükelleflerin fiilleriyle (insanların davranışlarıyla) ilgili dini/şer’î hükümleri bilmek’ten ibaret olmuştur. Öyleki artık alışkanlık sebebiyle kelamcı, felsefeci, gramerci, hadisçi ve tefsircilere “fakih” adı verilmez olmuş, bu ad –vucûb (emir), hazr (yasaklama), ibâha (serbest bırakma), nedb (teşvik), kerâhet (hoş görmeme), akdin sahih (geçerli), fâsid (geçersiz) veya bâtıl (hükümsüz) olması ve ibadetin eda (zamanında yerine getirilmiş) veya kaza edilmesi (zamanından sonra yerine getirilmiş olması) gibi– sadece insan fiilleriyle ilgili şer’î hükümleri bilen bilginlere verilir olmuştur. Senin de bildiğin gibi, fiillere ait akli –yani akıl yoluyla idrak edilen- hükümler de vardır. Mesela fiillerin araz/ilinek, cevherden/tözden farklı ve mahalliyle kaim (bulunduğu yerle birlikte var) olması; hareket ve hareketsizlik gibi oluşlar (ekvan) halinde olması gibi. Bunları bilene fakih değil kelamcı denir. Vâcip (emredilmiş), mahzûr (yasak), mubah (serbest), mekruh (hoş görülmeyen) ve mendup (teşvik edilmiş) olmaları yönünden fiillerin hükümlerinin açıklanması ise fakih tarafından yapılır.

... “Usûlü’l-fıkh” ise tikel yönünü göz ardı ederek tümel bir bakışla hükümlerin delillerini ve delillerin hükümleri gösterme şekillerini bilmekten ibarettir.

Fıkhın bir parçası olan “hilâf” ilmi de hükümlerin delillerini ve delillerin hükümleri gösterme şekillerini içerir; ama bu tikel bir biçimdedir; meselâ “velisiz nikâh” meselesiyle ilgili özel bir hadisin özel bir hükmü ifade etmesi veya “besmele çekilmeden kesilmiş hayvanın eti” meselesiyle ilgili özel bir âyetin özel bir hükmü ifade etmesi gibi.

“Usûl”de ise bu meselelerden birine ancak örnek vermek amacıyla değinilir; esas değinilen şey ise Kitab, sünnet ve icma’ın aslı, bu delillerin sıhhat ve sübût (doğru ve gerçek kabul edilme) şartları; lafızlar, lafzın mefhumu (anlamı), lafzın fehvası (zıt anlamı) ve lafızdan akıl yoluyla çıkarılan anlam, yani kıyas ve benzeri delillerin tümel biçimde hükümleri ifade etme yollarıdır; tikel meselelere bu ilimde değinilmez.

Buradan hareketle, hükümlerin delillerinin Kitab, sünnet ve icma olduğunu bilmiş oldun. Bu üç aslın sübût yolları, onların sıhhat şartları ve onların hükümleri ifade etme şekilleriyle ilgili bilgiler kendisine ’usûlü’l-fıkh’ denilen ilim dalını oluşturur.

Fıkıh Usulünün Önemi ve İlim Dalları İçindeki Yeri: el-Gazzâlî

... İlimler ikiye ayrılır:

1. Akli ilimler. Mesela tıp, hesap (aritmetik) ve mühendislik gibi. Bu ilimler bizim konumuz değildir.

2. Dini ilimler. Mesela kelam, fıkıh, usûlü’l-fıkh, hadis ilmi, tefsir ilmi ve bâtın (iç, gönül) ilmi gibi. Bâtın ilmi kalbi kötü ahlaktan temizleme ilmidir.

Akli ve dini ilimler kendi içinde külli (tümel) ve cüz’î (tikel) kısımlarına ayrılır. Dini ilimler içinde tümel ilim kelamdır. Fıkıh, usûlü’l-fıkh, hadis ve tefsir gibi diğer ilimlerin hepsi cüz’î (tikel) ilimlerdir. Çünkü müfessir sadece Kitab’ın anlamına bakar; muhaddis sadece hadisin bize doğru biçimde ulaşıp ulaşmadığına bakar; fakih sadece insan fiillerinin/davranışlarının hükümlerine bakar; usûlcü sadece şer’î hükümlerin delillerine bakar; kelamcı ise en genel şeye bakar, bu da ’var olan’dır (el-mevcûd).

Kelâmcı “var olan”ı kadim (başlangıcı olmayan) ve muhdes (sonradan olan) diye ikiye ayırır. Sonra muhdesi (sonradan olanı) cevher (töz) ve araz (ilinek) diye ikiye ayırır. Sonra arazı (ilineği) ikiye ayırır: 1. Varlığı için hayatın şart olduğu ilinekler, mesela ilim, irade, kudret, konuşma, işitme ve görme gibi. 2. Hayata muhtaç olmayan ilinekler, mesela renk, koku ve tat gibi. Sonra cevheri (tözü) hayvan (canlı), bitki ve cansız kısımlarına ayırır ve bunların tür ya da araz (ilinek) yönünden birbirinden ayrıldığını açıklar. Sonra kadim olana (Tanrı’ya) bakar, onun çoğalamayacağını, sonradan olanlar gibi parçalara ayrılamayacağını, tek olmasının gerekliliğini, sonradan olanlardan ayırt edilmesini sağlayan vacip (gerekli), müstahil (imkânsız) ve ne gerekli ne de imkansız, yani caiz (mümkün) olan sıfatlara sahip olması gerektiğini açıklar ve onunla ilgili olan bu sıfatları birbirinden ayırıp belirler. Sonra Tanrı için “fiil”in mümkün olduğunu, evrenin onun mümkün olan fiilinden meydana geldiğini, evrenin mümkün olması sebebiyle bir ’muhdis’e (yoktan var ediciye) ihtiyaç duyduğunu, elçiler göndermenin onun mümkün fiillerinden olduğunu, onun buna ve elçilerin doğruluklarını mucizelerle tanıtmaya kâdir olduğunu ve bu mümkün olan şeyin gerçekleştiğini açıklar. Bu noktada kelâmcının sözü kesilir ve akıl yürütme sona erer. Akıl peygamberin doğruluğunu gösterdikten sonra kenara çekilir ve aklın bağımsız şekilde idrak edemeyeceği, ama imkansızlığına da hükmetmediği konularda, mesela Allah ve kıyamet günüyle ilgili söylediklerini peygamberden alıp öğreneceğini kabul eder. Şeriat akla ters düşen bir şeyi getirmez; ancak aklın bağımsız şekilde idrak etmekten aciz kalacağı şeyleri getirebilir. Zira akıl taatlerin (Allah’a itaat etme fiillerinin) ahirette mutluluğa sebep olacağını ve masiyetlerin (Allah’a karşı gelme fiillerinin) mutsuzluğa sebep olacağını bağımsız şekilde idrak edemeyebilir, ama bunun imkânsız olduğuna da hükmetmez. Aynı zamanda akıl, mucizenin doğru sözlü olduğunu gösterdiği kişinin doğruluğuna kesin şekilde hükmeder. Bu sebeple peygamber böyle bir şeyi haber verirse akıl bu yolla onu onaylar. Kelâm ilminin içeriği budur. Bundan da anlaşıldığına göre, kelam önce en genel şeye bakarak işe başlar ki; bu ’var olan’dır. Sonra o, aşamalı biçimde anlattığımız ayrıntılara doğru iner ve orada Kitab, sünnet ve peygamberin sözünün doğruluğu gibi bütün dini ilimlerin ilkeleri tespit edilir. Sonra tefsirci kelâmcının baktığı konulardan sadece birini, Kitab’ı alır ve onu tefsir etmeye çalışır. Hadisçi yine bu konulardan sadece birini, sünneti alır ve onun sübût/sıhhat yollarını araştırır. Fıkıhçı bu konulardan birini, mükellefin (insanın) fiilini alır ve onun vucûb (emredilme), hazr (yasak olma) ve ibaha (serbest olma) bakımından şeriatın hitabıyla olan ilişkisini inceler. Usûlcü bu konulardan birini, yani kelamcının doğruluğunu gösterdiği Peygamber’in sözünü alır ve onun lafız (söz), anlam, akli yorum ve çıkarsama aracılığıyla hükümleri gösterme biçimlerine bakar. Usûlcünün bakışı Hz. Peygamber’in –selam onun üzerine olsun- söz ve fiilinin ötesine geçmez; zira Kitap onun ağzından öğrenilmiş ve icma da onun sözüyle delil olmuştur. Deliller aslında Kitap, sünnet ve icmadan ibarettir. Hz. Peygamber’in –Allah’ın salat ve selamı üzerine olsun– sözünün doğruluğu ve delil oluşu da aslında kelam ilminde ispat edilir. Dolayısıyla kelamcı bütün dini ilimlerin ilkelerini ispat etmeyi yüklenen kişidir ve diğer ilimler kelama nisbetle tikeldir (cüz’îdir). Kelam derece bakımından en üstün ilimdir; çünkü tikel ilimlere (cüz’iyyata) ondan başlayarak inilir.

“O zaman usûlcü, fıkıhçı, tefsirci ve hadisçinin kelam ilmini elde etmesi şart olmalıdır; çünkü daha yukarıda bulunan küllîyi (tümeli) bitirmeden nasıl daha aşağıda bulunan tikele (cüz’îye) inilir?” denilirse, biz şöyle deriz: Dini ilimlerle dolu ve tam anlamıyla âlim olabilmesi için şart olsa da, bu, onun usûlcü, fıkıhçı, tefsirci veya hadisçi olması için şart değildir. Çünkü her tikel (cüz’î) ilim dalında, o ilim dalına ait, taklit yoluyla öğrenilip tartışmasız doğru kabul edilen (müsellem) ilkeler vardır ve bunların doğruluğunun delilleri başka bir ilimde ele alınır. Mesela fıkıhçı, şeriatın hitabını oluşturan emir ve yasaklarla insanın fiili/davranışı arasındaki ilişkiyi inceler; ancak insanın ihtiyari (istemli) fiillerinin bulunduğunu ispat etmek için kanıtları ortaya koymak onun görevi değildir; halbuki cebriyye (kaderciler, fatalistler) insanın (kendi iradesine dayanan) bir fiili olduğunu, bir grup da arazların (ilineklerin) varlığını reddetmiştir; fiil ise bir arazdır. Yine şeriatın hitabının varlığını ve emir ve yasak niteliğinde Allah’ın zatıyla kaim (var olan) bir kelamı (sözü) bulunduğunu delilleriyle ispat etmek fıkıhçının görevi değildir. Ama o, Yüce Allah’ın hitabının varlığını ve insana ait bir fiilin var olduğunu taklit yoluyla alır ve fiille hitap arasındaki bağı inceler; böylece o, uğraştığı ilim dalının sınırları içinde kalarak gerekeni yapmış olur. Usûlcü de Hz. Peygamber’in sözünün kesinlikle doğru bir delil ve hüccet (hüküm kaynağı) olduğunu kelamcıdan taklit yoluyla aldıktan sonra bu sözün delalet (anlamı gösterme) biçimlerini ve sıhhat (doğruluk) şartlarını inceler. Tikel (cüz’î) ilimlerden birinde âlim olan herkes o ilmin ilkeleri konusunda şüphesiz bir başkasını taklit etmektedir; bu taklit onun daha yüksek olan bir ilim dalına geçmesine kadar sürer; başka bir ilim dalına geçtiği anda ise kendi bulunduğu ilim dalının sınırlarını aşmış olur.

Fıkıh Usulü Dört Bölümdür: el-Gazzâlî

Usûlcünün asıl incelediği şeyin naklî (nakil yoluyla gelen Kuran ve sünnet gibi) delillerin şer’î hükümleri gösterme biçimleri olduğu anlaşılırsa, (bu ilim dalında) esas amacın hükümlerin delillerden nasıl çıkarılacağını belirlemek olduğu da kolayca anlaşılmış olur. Bu durumda, hükümler ve onların kısımları, sonra deliller ve onların kısımları, sonra hükümlerin delillerden nasıl çıkarılacağı, sonra hükümleri çıkarma yetkisi bulunan kişinin nitelikleri incelenmek zorundadır. Çünkü hükümler birer üründür; her ürünün kendine ait bir niteliği ve gerçeği vardır; ayrıca bu ürünlerin bir kaynağı, bir üreticisi, bir de üretme yöntemleri vardır. Burada ürün hükümlerdir. Meselâ vucûb (emir), hazr (yasak), nedb (teşvik), kerâhet (hoş görmeme), ibâha (serbest bırakma), hüsün (iyilik), kubuh (kötülük), kaza (zamanından sonra yapma), eda (zamanında yapma), sıhhat (geçerlilik), fesâd (geçersizlik) ve benzerleri gibi. Hükümlerin kaynağı ise delillerdir. Bunlar sadece üçtür: Kitap, sünnet ve icma. Hüküm üretme yöntemleri ise bu delillerin hükümleri gösterme biçimleridir ve bunlar dörttür. Çünkü şâriin (yasa koyucunun) sözleri bir hükmü; lafızlar (sözcükler), düz ve zıt anlam, sözün doğruluğu için var sayılması gereken zaruri anlam veya sözden akıl aracılığıyla çıkarılan anlam yoluyla gösterir. Hükümleri üreten ise müctehiddir (kaynaklardan hüküm çıkaran bilgindir) ve onun niteliklerini, şartlarını ve onunla ilgili hükümleri bilmek gerekir. Buna göre, usûl ilmi özü bakımından dört bölümde toplanabilir:

1. Hükümler. Bu bölümle başlamak daha doğrudur; çünkü istenen ürün hükümlerdir.

2. Deliller. Bunlar Kitap, sünnet ve icmadır. İkinci sırada bu bölüm gelir; çünkü ürünü bildikten sonra en önemli şey onun kaynağını bilmektir.

3. Hükümleri üretme yöntemi. Bu da delillerin delalet etme (hükümleri gösterme) biçimleridir. Bunlar dörttür: Lafız (sözcükler) yoluyla delalet, anlam yoluyla delalet, zaruret ve gerektirme (iktiza) yoluyla delalet, akıl yoluyla çıkarılan anlam yoluyla delalet.

4. Hükümleri üreten. Bu, kanaatiyle hüküm veren müctehiddir. Onun tam karşısında müctehide uyması gereken mukallit (bilginlerin sözüne uyan, onları taklit eden) durmaktadır. Bu bölümde mukallit ve müctehidin şart ve nitelikleri üzerinde durmak gerekir”.

el-Gazzâlî, Ebû Hâmid 1413. el-Müstasfâ (nşr. Hamza Hâfız), Cidde, I, s. 7–20. 
Çeviren: Mehmet Boynukalın