1. Kelamdan Felsefeye Gazzâlî’nin Serüveni: el-Gazzâlî

Gazzâlî, Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün ilim adamlarına her türlü imkânın sunulduğu karargâhında geçirdiği altı yıl boyunca bir yandan yaptığı ilmi müzakere ve tartışmalarla ufkunu geliştirirken diğer yandan telif çalışmalarını sürdürür, Nizamiye Medresesi’nde 300’e yakın öğrenciye ders verdiği dönemde başta felsefe olmak üzere kelam, Bâtınilik ve tasavvuf alanlarında inceleme ve araştırmalarını devam ettirir.

Yoğun zihni ve fiili mesainin de etkisiyle büyük bir ruhi-zihni bunalıma giren Gazzâlî kendi durumu ve ifa ettiği görevi sorgulamaya başlamış; zirvesinde bulunduğu şöhretin manevi hayatı için büyük bir tehlike olduğuna karar vererek Şam’a gitmek üzere Bağdat’ı terketmiştir. Burada inziva ile geçirdiği iki yılın ardından Kudüs’e giden Gazzâlî, daha sonra hac farizasını yerine getirmek üzere Mekke ve Medine’ye gitmiştir. On bir yıl süren bu inziva dönemini takiben vatan hasreti ve çocuklarının daveti üzerine Nişâbur’a dönmüş ve buradaki Nizamiye Medresesi’nde tekrar öğretim faaliyetine başlamışsa da üç yıl kadar sürdürebildiği bu görevini bırakarak Tûs’a dönmüş ve ömrünün kalan kısmını ders okutmak ve eser telif etmekle geçirmiştir.

İslam ilim ve düşünce tarihindeki en etkili şahsiyetlerden biri olan Gazzâlî, elli dört yıllık ömrüne fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi dini ilimlerin yanı sıra mantık, felsefe, eğitim ve ahlâk alanlarında yazdığı 400’den fazla eser sığdırmıştır.

Başlangıç

Her kitabın ve her makalenin başında kendisine hamdolunan Allaha hamdederim. Hakkı haber veren Allah elçisi Muhammed Mustafa’ya insanları dalâletten kurtarıp doğru yola götüren âline ve eshabına salât ve selâmet okurum. Bu vecibeyi eda ettikten sonra maksada başlıyorum:

Ey din kardeşim, ilimlerin gayesi ile sırlarını; mezheplerin, şaşkınlık doğuran halleriyle derinliklerini (mahiyetlerini) sana anlatmamı istedin. Türlü dinî meslek ve yollar içinde hakkı bulup meydana çıkarmak için çektiğim zahmetleri, taklit suretiyle olan itikattan kurtulup tahkik derecesine nasıl yükseldiğimi, ilkin İlmi Kelâmdan faydalandığım cihetleri sonra Hakka ermeyi İmam tanıdıkları bir kimseyi taklit etmeye hasreden “Ehl-i Tâlim”in gittikleri yolları, daha sonra, beğenmeyip tenkit ettiğim felsefe mesleklerini, nihayet doğru bulduğum ve kabul ettiğim tasavvuf tarikini, halkın sözlerini ve düşüncelerini tetkik ettiğim sıralarda bana malûm olan hakikat özlerini, Bağdat’ta birçok talebeye ders vermekte iken ne sebeple bundan feragat ettiğimi, uzun müddet sonra niçin Nişabura dönüp tekrar ilim yaymaya başladığımı açıklamamı arzu ettin. Bu istekte samimî olduğuna kanaat getirdiğim için arzunu, yerine getiriyorum. Tanrıdan yardım isteyip ona tevekkül ederek, tevfikını benden esirgememesini dileyip ona sığınarak size söylüyorum: Biliniz ki –Allah sizi doğru yolda yürümeğe muvaffak etsin ve hakikata boyun eğmenizi kolaylaştırsın– insanların muhtelif din ve milletlere ayrılması; bir ümmetin, yolları ayrı olan türlü fırkalara ayrılarak birçok mezhepler meydana getirmesi derin bir denizdir ki çokları içinde boğulmuş. Pek az kimseler ondan kurtulmuştur. Her fırkaya mensup olan kimse, kurtulan kendi fırkası olduğunu zanneder ve “Her zümre kendi gidişinden memnundur –ayet” Bütün sözleri hakikat olan Peygamberlerin ulusu –Allanın salâvatı ona olsun– kendi ümmetinin de böyle olacağını: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinde necat bulan yalnız bir tanedir” mânasındaki hadis-i şerifinde bize haber vermiştir. O büyük Peygamberin, olacağını haber verdiği şey tahakkuk etti. Gençliğimin ilk devresinden itibaren, yirmi yaşına girmeden evvel, bülûğa yaklaştığım zamandan bugüne kadar –ki şimdi yaşım elliyi geçmiştir– bu derin denizin dalgalariyle mücadele ediyorum. Cesaretle derinliklerine dalıyorum. Korkak ve çekingen değilim. Bütün karanlık durumlarda da uğraşıyorum. Her güçlüğü yenmeğe çalışıyorum. Her uçurumu atlatmağa gayret ediyorum. Her fırkanın itikadını araştırıyorum. Her taifenin mezhebine ait sırları meydana koymağa çabalıyorum. Hangisi hak, hangisi bâtıl; hangisi Peygamberin sünnetine uygun, hangisi bid’at üzerine kurulmuş, anlamak istiyorum. Bir bâtınînin10 içindekini öğrenmek dilerim. Bir zahirinin gittiği yolun neden ibaret olduğunu öğrenirim. Bir felsefecinin felsefesinin mahiyetini anlamayı arzu ederim. Bir mütekellimin (İlm-i Kelâm âliminin) fikrinin ne olduğunu, ne için mücadele ettiğini tetkik ederim. Bir mutasavvıfın iç temizliğine nasıl eriştiğinin sırrına vakıf olmayı çok isterim. Bir âbidin ibadetinin ona ne sağladığını incelerim. Allah’ı inkâr eden bir zındıkın bu inkâra cüret etmesinin sebeplerini araştırırım. Gençliğimin iptidasından beri hakikatleri kavramağa susamış olmak fıtrî bir âdetimdir. Allah tarafından yaradılışımda yer etmiştir, Bunda benim ihtiyar ve arzumun tesiri yoktur, Bu sayede taklit bağından kurtuldum. Çocukluk devrine yakın bir zamanda, göreneğe dayanan akidelerden azade kaldım. Çünkü gördüm ki daima Hristiyan çocukları Hristiyan olarak, Yahudi çocukları Yahudi olarak Müslüman çocukları da Müslüman olarak yetişiyorlar. Tanrı elçisinden -Allah ona asalât ve selâm etsin rivayet olunan şu manâda bir hadîs işittim. “Her doğan çocuk Müslüman yaradılışı üzere dünyaya gelir. Sonra ana ve babası onu Yahudi yapar, Hristiyan yapar, Mecusi yapar”. Asıl yaradılışın hakikati ile ana ve babayı, öğretmenleri taklit etmek dolayısiyle arız olan akidelerin hakikatini araştırmayı arzu ettim. Telkin ile başlıyan; hangisi hak, hangisi bâtıl olduğunda birçok ihtilâflar vuku bulan bu taklitleri ayırdetmek istedim. İlkin kendi kendime dedim ki benim maksadım işlerin hakikatlerini anlamak ve bilmektir. O halde evvelâ (bilgi) nedir? Bunun hakikatini araştırmak icap eder. Nihayet anladım ki (yakîn) reddesine varan bilgilerde bilinen şeyin asla şek götürmeyecek derecede anlaşılmış olması gerektir. Bunda yanılmış olmak, vehme kapılmak ihtimali varit olmaz. Kalp böyle bir ihtimale imkân veremez. Hatadan emin olmak için (bilgi) o suretle kuvvetli olmalıdır ki mesela birisi o bilginin bâtıl olduğunu iddia etse ve taşı altına çevirmek, değneği ejderha yapmak suretiyle de dâvasının doğruluğuna delil gösterse bu keyfiyet o bilgi sahibine şek vermez. Ben (on) sayısının (üç)ten büyük olduğunu bildiğim halde birisi “hayır üç on’dan daha büyüktür. Sözüme inanmanız için de şu değneği ejderhaya çevireceğim” dese ve dediğini yapsa, ben de görsem bu yüzden bilgimde bana bir şek arız olmaz. Ancak o adamın bunu nasıl yaptığına şaşarım. Yoksa bildiğim şeyde şüphe etmem. Sonra anladım ki bu tarzda bilmediğim, bu suretle (yakîn) hasıl etmediğim her bilgi itimada şayan değildir, hatadan emin olamaz. Hatadan emin olmayan bilgi de yakîn ifade etmez.

Safsataya Kapılarak Bilgiyi İnkâr Etme

Sonra bilgilerimi kontrol ettim. Gördüm ki bende (hissiyat) ve (zaruriyat) tan başka böyle bilgi yok. Dedim ki şimdi bende hâsıl olan yeisten sonra hissiyat ve zaruriyattan ibaret olan bedihî bilgilerden başka müşkülleri çözerek bir vasıta kalmadı. Öyle ise ilkin bu bilgileri inceliyerek kuvvet derecelerini anlamalıyım. Tâ ki mahsusata olan güvenim, zaruriyatta yanılmaktan emin olmaklığım; taklide dayanan eski bilgilerimle birçok kimselerin ispata dayanan bilgilerindeki emniyet cinsinden midir? (yani şek götürür). Yoksa bu emniyet hakikate uygun, yanılmak ihtimalinden uzak bir şey midir? Anlaşılsın. Çok ciddî bir gayretle mahsûsat ve zaruriyat üzerinde düşünmeğe, bunlarda nefsimi şüpheye düşürmek mümkün olup olmadığını aramağa başladım. Uzun müddet şüpheden ileri gelen araştırmalardan sonra mahsûsatta hata olmıyacağına emin olmayı nefsim kabul etmedi. Bu hususta düştüğü şek kuvvet buldu. İçim diyordu ki “Mahsûsata nasıl güvenilebilir? Bunların en kuvvetlisi göz hassesidir. Bu hasse gölgeye bakar, onu sabit, hareketsiz görür. Onda hareket olmadığına hükmeder. Bir müddet sonra tecrübe ve müşahede ile anlar ki o, hareket ediyor. Ancak o hareket birdenbire olmayıp tedriç ile, zerre zerre oluyor, onda sabit olmak durumu görülmüyor. Keza göz yıldıza bakıyor. Onu bir altın lira büyüklüğünde görüyor. Halbuki hendesî deliller, onun üzerinde bulunduğumuz küreden daha büyük olduğunu gösteriyor. Mahsûsatta bu gibi hallerde his hâkimi hükmediyor. Fakat akıl hâkimi müdafaasına imkân olmıyacak şekilde tecrübe ile yalanlıyor.”

Dedim ki “mahsûsata olan güven bâtıl oldu. O halde zarurî olan aklî bilgilerden başka itimada değer bir şey kalmadı.” “On, üçten büyüktür; bir şeyde nefiy ve ispat bir araya gelmez; bir şey hem hâdis, hem kadîm; hem var, hem yok; hem vacip (bulunması zaruri), hem muhal olamaz,” sözleri gibi.

Bunun üzerine mahsûsat işe karıştı. Dedi ki:

“Bu gibi aklî bilgilere olan itimadının mahsûsata olan itimadına benzemeyeceğine nasıl emin olabilirsin? Bana güvenin vardı. Akıl hâkimi geldi. Beni tekzip etti. O olmasaydı beni tasdikte devam edecektin. İhtimal ki akıl anlayışının ötesinde diğer bir hâkim vardır. Ortaya çıktığı vakit aklı verdiği hükümden dolayı tekzip eder. Nasıl ki akıl hâkimi ortaya çıktığında hissi verdiği hükümden dolayı yalanladı. Aklın ötesinde diğer bir idrakin ortaya çıkmaması onun muhal olmasına delâlet etmez.”

Nefis bunun cevabında biraz durakladı ve rüya hadisesiyle içindeki şüpheyi kuvvetlendirdi ve dedi ki:

— Görmüyor musun? Uykuda birtakım şeylerin varlığına inanıyorsun, birtakım halleri tehayyül ediyorsun, onlarda sebat ve istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar hakkında hiçbir şekke düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin, yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın hak olduğuna nasıl emin olabilirsin? Vakıa o itikat, içinde bulunduğun hale nazaran haktır. Lâkin mümkündür ki sana diğer bir hal arız ola ki onun uyanıklığına nisbeti senin uyanıklığının uykuya nisbeti gibi olsun, uyanıklığın o hale izafetle uyku sayılsın. O hal sana arız olduğu zaman aklınla tevehhüm ettiğin her şeyin hayal olduğunu, asılsız bulunduğunu kesin olarak anlarsın. Belki bu hal sofilerin kendilerinde bulunduğunu iddia ettikleri haldir. Onlar kendilerinden geçip hasselerini kaybettikleri zaman kendilerinde mâkulata uymıyan bazı halleri müşahede ettiklerini söylerler. İhtimal ki bu hal ölümdür. Çünkü Hazreti Peygamber –Allah ona salât ve selâm etsin– “İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar” buyurmuştur. Dünya hayatı ahirete nisbetle uyku sayılabilir. İnsan öldüğü zaman her şey ona şimdi gördüğünden başka türlü görünür. O zaman kendisine denir ki:

Üzerinden örtünü (Perdeni) kaldırdık. Bugün gözerin daha keskindir.

Bu vesveseler içime doğunca kalbimde yer etti. Buna bir ilâç aradım, fakat bulamadım. Çünkü bu vesveseleri ancak delil ile giderebilirdim. Delil de ancak (bedihî) dediğimiz bilgilerden meydana gelebilirdi. Bu bilgiler müsellem olmayınca onlardan delil tertip etmek de mümkün olmadı. Bu hal güç iyileşen bir dert gibi iki ay kadar içimi kemirdi. Durum itibariyle safsata mezhebine saplanmıştım. Fakat kimseye bundan bahsetmiyordum. Nihayet Cenabı Hak beni o hastalıktan kurtardı. Nefsim sıhhat ve itidale döndü. (Zaruriyat) dediğimiz bilgilerin kabule şayan, güvenilir olduğuna emin oldum. Bu emniyet, delil tertip ve tanzim etmek suretiyle hâsıl olmuş değildi. Ancak Cenabı Hakkın kalbime attığı bir nur sayesinde olmuştu. Bu nur, birçok bilgelerin anahtarıdır. Hakikatlere ermek daima delil ile olur zannedenler Allah’ın geniş ve sonsuz rahmetini daraltmış olurlar. “Tanrı bir kimseyi hidayete eriştirmek istediği zaman, İslâm dinini kabul etmesi için göğsünü şerh eder” mânasındaki ayeti kerimede “şerh” ten maksat ne olduğunu Hazret Peygambere sormuşlar.

Şerh tanrının kalbe attığı bir nurdur, buyurmuşlar.

Bunun alâmeti nedir? demişler.

Gurur yeri olan dünyadan uzaklaşmak, ebediyet diyarı olan ahirete bağlanmak, sığınmaktır, cevabını vermişlerdir.

Hazreti Peygamber bir hadis-i şerifinde: “Allah halkı karanlık içinde (nefsin hükmü altında) yarattı. Sonra onların üzerine kendi nurundan serpti (hidayet etti) buyurmuşlar. İşte yukarda bahsi geçen nur, bu nurdur. Keşfi, yani hakikatlara vakıf olmayı bu nurdan beklemek gerektir. Bu nur zaman zaman Tanrının kereminden fışkırır. Ona ermek için kollamalıdır. Nitekim Hazreti Peygamber; “Dünyadaki hayatınızda zaman zaman Rabbinizin ilhamkâr lûtufları zuhur eder. Onları kaçırmamaya çalışın” buyurmuştur.

Bu hikâyeyi anlatmaktan maksat, hakikati aramakta çok ciddî hareket ettiğimi göstermektir. O derecede ki aramak lâzım olmayan şeyi bile aradım. Çünkü bedihîyatı aramak iktiza etmez. Onlar hazırdır (herkesçe malûmdur). Hazır olan şey aranırsa kaybolur, gizlenir. Aranması lâzım olmayan bir şeyi ariyan kimse aranması iktiza eden şeyi aramakta kusur etmekle itham olunamaz.

Hakikati Araştıranlar

Cenabı Hak lûtfu ve keremi ile beni bu hastalıktan iyi edince hakikati araştıranların dört sınıftan ibaret olduğuna dikkat ettim. Birinci sınıf İlmi Kelâm âlimleridir. Bunlar rey ve istidlal sahibi olduklarını iddia ederler.

İkinci sınıf Bâtiniye fırkasıdır. Bunlar, talim ashabından olduklarını, hakikatleri “İmam-ı masum”dan öğrendiklerini söylerler.

Üçüncü sınıf felsefecilerdir. Bunlar da mantık ve Bürhan erbabı olduklarını iddia ederler.

Dördüncü sınıf mutasavvıflardır. Bunlar Tanrının huzurunda bulunduklarını, müşahede ve keşif ashabından olduklarını iddia ederler.

Ben de kendi kendime dedim ki hakikat bu dört mesleğin dışında kalamaz. Bu meslekler erbabı hakikati aramak yolunda yürüyorlar. Hakikat bu meslekler dışında kalırsa o, zaman ona ulaşmak ümidi kalmaz. Çünkü taklitten ayrıldıktan sonra tekrar ona dönmek imkânı yoktur. Mukallidin mukallit olduğunu bilememesi şarttır. Mukallit olduğunu bildiği anda taklide dayanan bilgisi bir şişe gibi parçalanır, hiçe iner. Bu parçalar birbirine eklenmekle düzelmiş olmaz. Meğerki dimağda eritilerek yeni bir kalıba dökülmüş olsun. Bu yola girmeye, bu fırkaların düşüncelerinin mahiyetini araştırmaya koyuldum. Önce ilmi kelâmı, sonra felsefe yolunu, daha sonra bâtınîlerin talimatını, dördüncü olarak tasavvuf mezhebini inceledim.

İlm-i Kelâmdan Maksat ve Gayenin Ne Olduğu

Evvelâ ilmi kelâma başladım. Onu lâyıkıyle öğrendim. Özüne vâkıf oldum. Bu ilimde “Muhakkik”16 sayılan kimselerin kitaplarını mütalâa ettim. Arzu ettiğim konulara dair kitap tasnif ettim. Gördüm ki bu ilim kendi gayesini temine kâfi geliyor. Fakat benim maksadımı temin edemiyor. İlmi kelâmın gayesi Ehli Sünnetin akidesini muhafaza etmek, onu bid’at erbabının karıştırmasından korumaktır. Tanrı, elçisinin diliyle kendi kullarına din ve dünyalarının iyiliğini sağlayan hak bir itikadı telkin etti. Kur’anı Kerim, Peygamberin sözleri (hadisler) bunu bize haber veriyor. Sonra Şeytan, bid’at ashabının vesveselerine, sünnete muhalif bir takım kanaatler karıştırdı. Onu yaydılar, Müslümanların doğru itikatlarını teşvik edeyazdılar. Cenabı Hak İlmi Kelâm âlimlerini yarattı. Geleneğe bağlı Ehl-i sünnete muhalif olan türemiş bid’at ashabının kötü gidişlerini meydana koyacak sözerle sünnete yardım etmek arzusunu onlarda uyandırdı.

İşte (İlmi Kelâm) ve (Mütekellimîn) bundan doğdu. Bunlardan bir taife Cenabı Hakkın kendilerine verdiği vazifeyi yerine getirdi. Sünneti iyi müdafaa, Peygamberin telkin ettiği akideyi muhafaza ettiler. Uydurma bid’atlere karşı koydular. Lâkin bu müdafaalarda, hasımları tarafından ileri sürülmüş, kendileri tarafından ya taklit, ya icma-ı ümmet, yahut da Kur’an ve hadise uygunluk dolayısiyle kabul ve teslim edilmiş bazı mukaddemetlere dayandılar. En çok hasımlarının sözlerindeki tenakuzları meydana koymak, onların kabul ettikleri esasların doğurduğu batıl fikirleri muaheze etmek gibi şeylerle uğraştılar. (Bedihî) sözlerden başka sözleri asla kabul etmeyen bir kimse için bu çeşit sözlerin faydası pek az olur. Binaenaleyh ilmi kelâm kâfi derecede beni tatmin etmedi. Yukarıda şikâyet ettiğim derdime şifa olmadı. Evet (Kelâm) sanatı meydana geldikten sonra onunla iştigal çoğalıp zaman geçince (Mütekellimûn) sünneti müdafaa ederken eşyanın hakikatlerini anlatmağa özendiler. Cevherden, arazdan ve bunların ahkâmından bahsetmeğe başladılar. Fakat ilmi kelâmdan maksat bu değildi. Bunun için sözleri asıl gayeyi temin edemedi. Halkın akide ihtilâfından doğan şaşkınlık karanlığını tamamiyle gideremedi. Benden başkası için böyle bir gaye tahakkuk etmiş olabilir. Hattâ bir kısım insanlarda böyle bir gayenin tahakkuk etmiş olduğuna şüphe etmem. Fakat bunun (evveliyat) tan(2) olmayan bazı noktalarda taklit ile karışık olduğu da şüphesizdir. Ben şimdi kendi halimi anlatıyorum. Yoksa ilmi kelâmdan şifa bekleyenlere diyeceğim yok. Şifa veren ilâçlar derdin başkalığına göre değişir. Ne kadar ilâç vardır ki bir hastaya menfaat, diğer birine mazarrat verir.

Gazalî 1989. el-Munkızu min-ad-dalâl, Çev. H. Güngör, İstanbul: MEB, s. 13–25.