1. Mettâ b. Yûnus ile Ebû Saîd es-Sirâfî Arasındaki Mantık-Dil Tartışması

40/661 yılında Muaviye tarafından kurulan Emevi devleti, Ümeyyeoğullarının dışında kalan Arap kabilelerinin yanı sıra Pers kökenli Müslümanlara karşı olan ideolojik tutumuyla bilinir. Bu tutumun gerisinde, Emevi devletinin bürokratik ve siyasi yapısının Bizans renklerine bürünmüş olması yatar. Esasen Ümeyyeoğullarının, İslam öncesinde Bizans’la güçlü ticari ve siyasi ilişkileri bulunuyordu. 747 yılında Emevi devleti, Pers bölgesindeki Müslümanların etkisiyle yıkılarak, yerine Abbasi devleti kurulmuştu. İbn Haldûn’un tespitine göre Abbasi devletindeki istihdam, giderek artan oranda Pers bölgesinin insan kaynaklarıyla doldurulmuştu ve Bîrûnî’nin deyişiyle 8. Yüzyıl sonunda Abbasi devleti, artık bir Horasanlı (Doğulu) devlet haline gelmişti. Devleti kuran Müslümanların bitmek bilmeyen siyasi talepleri, sonunda 820 yılında Pers bölgesinin özerkleştirilmesiyle sona erdi. Böylece Pers bölgesinden gelen Müslümanlar, devletten tasfiye edildiler. Tasfiye hareketi, idari kadroların arındırılmasıyla sınırlı kalmadı; Abbasi devleti yarım asırdan fazla sürede oluşan entelektüel sınıfı da tasfiye etme yoluna gitti ve Abbasi bilim siyaseti Horasan-Hindistan kanalından Helen kanalına doğru değişim gösterdi. Büyük ölçüde bu motivasyonla 830 yılında, çoğunlukla Hıristiyan Süryani mütercimlerin istihdam edildiği Beytu’l-ḥikme (Felsefe Evi) kuruldu. Beytu’l-ḥikme kadroları, Abbasi bilim siyasetinin etkisiyle, 7. yüzyıldan beri Arap dilbilimini temsil eder hale gelen Pers kökenli Müslümanlarla siyasi bir çatışmaya girdi. Diğer taraftansa İslam’ın temel inançlarıyla bağdaşmazlık içerisinde bulunan Helen felsefesinin ontolojik kabulleri, İslam bilginlerince uzun zamandır eleştiriliyordu. Ebû Hayyân et-Tevhîdî’nin aktardığı aşağıdaki dil-mantık tartışması, Süryani mütercim ve mantık hocası Mettâ b. Yûnus (ö. 328/940) ile Arap dilbilimcisi, kelam ve fıkıh bilgini Ebû Saîd es-Sîrâfî (ö. 368/978) arasında 326/932 yılında gerçekleşmiştir. Özü itibariyle tartışma; mantığın evrensel bir disiplin olduğu savına karşı, mantığın evrenselliğinin, matematik gibi evrensel bir dilin kullanılması şartıyla mümkün olduğu şeklinde ifade edilebilecek bir karşı-savdan oluşmaktadır. Bu karşı-sava göre mantığın, matematik gibi salt kavramlı bir dil yerine, Grekçe gibi lisanları kullanması durumunda, bir Yunan mantığının yanı sıra bir Arap mantığı da mümkün hale gelmektedir. İlginç bir şekilde mantık tarihinin modern döneminde ortaya çıkan gelişmeler, Sîrâfî’nin gösterdiği istikamette olmuştur. Lisanlardan kaynaklanan hataları en aza indirgemek amacıyla mantıkta sembolik ve cebirsel bir dil kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca Fârâbî gibi filozoflar tarafından bağımsız çalışmalara da konu yapılmış olan Sîrâfî’nin edatlar ile mantık ilişkisi hakkındaki soruları 13. yüzyıldan itibaren Avrupa mantıkçılarının gündemine syncategoremata terimiyle girmiş, özellikle 19. yüzyıldan itibaren mantık ve dil çalışmalarının vazgeçilmez konularından birisi olmuştur.

326 yılında meclis toplandığında vezir İbnü’l-Furât (...) topluluğa dedi ki:

— İçinizden Mettâ’nın mantık görüşü üzerine münazaraya girişecek birisi yok mu? Zira o diyor ki: “Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, delilli [bilgiyi] şüpheliden, tereddütlü [bilgiyi] kesin [bilgiden ayırt etmenin] mantıktan sahip olduğumuz ve onu icra etmek suretiyle edindiğimiz [bilgiden] başka yolu yoktur.” (...) 

SÎRÂFÎ: Bana mantıkla neyi kastettiğini anlat. (...)

METTÂ: Söz disiplinlerinden birisi olarak mantık, düzgün konuşmadan bozuk olanı, geçerli düşünceden geçersiz olanı ayırt eder; [o] bir tartı gibidir; ben onunla fazla olanı eksikten, ağır olanı hafiften ayırt ederim.

SÎRÂFÎ: Yanılıyorsun! Arapça konuştuğumuza göre düzgün söz hatalı sözden mantıkla değil nazım ve i’râbla ayırt edilir; akıldan söz ediyorsak geçersiz düşünce geçerli olandan akılla ayırt edilir. [Ayrıca] farzet ki fazla olanı eksikten ayırt ettin, tartılan şeyin demir mi altın mı yoksa başka bir şey mi olduğunu nereden bileceksin? Ölçünün bilgisiyle ilgili [tartışmadan sonra] görüyorum ki ölçülen cevherin bilgisinden onun değerinin bilgisine ve sıralaması uzun sürecek pek çok niteliğin bilgisine varıncaya kadar muhtaçsın. Bu durumda kendisine dayandığın ve gerçekte kendisiyle uğraştığın ölçünün sana bir faydası olmayacaktır. [Ölçünün] sana faydası tek bir bakımdan pek azken, [bilmen] gereken daha pek çok şey vardır. Sen Ebû Nuvâs’ın söylediği şu durumdasın: “Bir şey kazandın, ama kaybettiğin çok şey var”. Öte yandan kaçırdığın bir husus daha var; dünyadaki her şey ölçülebilir değildir; zira cisimlerin bir kısmı ölçülür, bir kısmı tartılır, bir kısmının boyu ölçülür, bir kısmına dokunulur, bir kısmınaysa paha biçilir. Bütün bunlar ancak söz konusu şeyler görülebiliyorsa mümkündür. (...) Bunu bir yana bırakırsak, mantık Yunanlı birisi tarafından Grek dili, terminolojisi ve Yunanlıların anladığı sıfatlar ve tasavvurlar üzerine kurulduğuna göre Türkü, Hintlisi, İranlısı ve Arabı onu nasıl inceleyecek, kendi lehlerinde ve aleyhlerindeki hususları [mantıkla] nasıl ayırt edecek, kabul veya reddedecekleri şeyler hususunda [mantıktan] nasıl tanıklık getirecekler?

METTÂ: Mantık, [her millet] için geçerlidir; çünkü o kavranılan niyetler ve anlamlar ile kendiliğinden ve birdenbire akla gelen fikirleri inceler. Zira insanlar kavramları [idrak etme] hususunda birdirler; bilmez misin ki iki kere dört bütün milletlere göre sekiz eder. [Kavramlarla ilgili] diğer hususlar da böyledir.

SÎRÂFÎ: Anlamların niyet ve lâfzın bütünlüğü içinde ortaya konulması, toplumların farklı olması ve aynı anlama ilişkin değişik ifade şekillerinin bulunması ihmal edilirse iki kere dördün sekiz etmesi gibi görüş ayrılığı kalmazdı ve işte o zaman mantığın bütün toplumları bağladığı iddia edilebilirdi. Halbuki mantıkta durum böyle değildir. Bu örnekle durumu çarpıtıyorsun; zira siz [mantıkçıların] bu örneğe benzer bir aldatma yöntemi bulunmaktadır. Kavranabilen niyet ve anlamlara, ancak isim, fiil ve harfleri içeren bir dil sayesinde ulaşılacağından, her şeyden önce dilin bilinmesi zorunlu değil midir?

METTÂ: Evet (neam).

SÎRÂFÎ: Bu verdiğin “neam” cevabı yanlıştır, söz konusu soruya Arap gramerine göre “belâ” (evet gerekir) lâfzıyla cevap vermeliydin.

METTÂ: Evet, gerekir (belâ); ben bu konuda seni takip ediyorum.

SÎRÂFÎ: Öyleyse sen bizi mantık bilimine değil Grek dilini öğrenmeye davet ediyorsun. Peki Grekçe bilmediğin halde bilmediğin bir dili öğrenmeye neden davet ediyorsun? Zira Grekçe, uzun zamandan beri konuşulmayan, halkının nesli tükenmiş ve sonuç olarak farklılaşmış bir dildir. (...) Öte yandan sen bir mütercim olduğuna göre, önce Grekçeden Süryaniceye oradan da Arapçaya yapılan mantık tercümeleri arasında çeviriye bağlı anlam değişmeleri hakkındaki görüşün nedir?

METTÂ: Grekler her ne kadar diliyle birlikte yok olmuşsa da bu dilden yapılan mantık tercümeleri, orijinal eserlerdeki amaç ve anlamları korumuş ve olduğu gibi yansıtmıştır.

SÎRÂFÎ: Yapılan tercümelerin yanlış değil doğru, değiştirilmeyip özgün, dağınık değil düzenli olduğunu, (...) ne eksiltilip ne de çoğaltıldığını, [sözün parçalarının] ne önceye ne de sonraya alındığını, ne özel anlamlarıyla genel anlamlarının ne de genel anlamlarıyla özel anlamlarının birbirine karıştırıldığını senin için kabul ettiğimizde –buysa dillerin doğasında ve anlamların miktarında geçerli bir kabul olmaz– bu durumda sen sanki şöyle diyorsun: Grek aklından başkasına ihtiyaç yoktur, onların ortaya koyduklarından başka bir ispat yoktur, onların sundukları hakikatten başkası yoktur.

METTÂ: Böyle değilse de Grekler hikmeti sevip yaşatmada, bu âlemin bitişik- ayrı, görünen-gizli bütün yönlerini araştırmada [benzersiz] bir millettir. Onların titiz çalışmalarıyla çeşit çeşit bilimler, türlü türlü sanatlar meydana gelmiş, gelişmiş ve yayılmıştır. Bu [hayranlık verici] durumla başka toplumlarda karşılaşmıyoruz.

SÎRÂFÎ: Yanılıyorsun, duygusal eğiliminden dolayı taassuba saplanıyorsun. Çünkü varlık ilmi (ılmu’l-âlem) dünyadaki bütün toplumlar arasında bilinen bir şeydir. (...) Sanatlara gelince onlar yeryüzünün özelliklerine göre dağılmıştır. Bundan dolayı bir bölgede bir ilim diğerlerine göre daha yaygın olarak bilinir; belirli bir beldedeki sanat diğerlerinden daha çok yayılır. Bu son derece açıktır; bu konuda daha fazla söz dikkati dağıtır. Bununla birlikte senin sözün ve iddian, Greklerin doğası gereği hatasız, üstün zekâlı, apayrı bir millet olduğunun kabul edilmesi şartıyla geçerli ve kabul edilebilir olurdu; öyle ki onlar hata yapmak isteseler bile bunu yapamayacak bir millet olurdu. (...) Halbuki Grekler diğer milletler gibi bazı hususlarda isabet eder bazılarında yanılırlardı, bazı şeyleri bilir bazılarını bilmezlerdi, bazı konularda yalan söyler bazılarında doğru söylerlerdi, bazı durumlarda iyi bazılarında kötü davranırlardı. Mantığı kuran Aristoteles ise Grek toplumunun kendisi değil, sadece onun bir bireyidir. Kendisinden sonrakiler ondan fikir aldığı gibi o da önceki filozofların görüşlerinden faydalanmıştır. O mutlak bir bilimsel otorite olmadığından hem Greklerden hem de başka milletlerden onun görüşlerine karşı çıkanlar vardır. Öte yandan görüş, inceleme ve araştırmada fikir ayrılığı ilmin yapısında bulunan asli ve doğal bir özelliktir. Bir insanın [bilimin] bu özelliğini ortadan kaldıracak bir delil getirmesi nasıl kabul edilebilir? [Heyhat!] Bu imkânsızdır. (...) Burada bir sorun daha var: Sen diyorsun ki insanların akıl düzeyleri farklı ve akıldan nasipleri derece derecedir. METTÂ: Evet. SÎRÂFÎ: Pekiyi bu farklılık ve derecelenme doğal mıdır yoksa kazanılmış mıdır?

METTÂ: Doğaldır.

SÎRÂFÎ: Öyleyse bu doğal farklılığı ve köklü derecelenmeyi nasıl bir şey ortadan kaldırabilir?

METTÂ: Bu daha önce senin sözünde geçmişti.

SÎRÂFÎ: Kesin bir cevaba, arı bir açıklamaya ulaşabildin mi? Bunu bir kenara bırakalım. Arapçada yaygın olarak kullanılan ve bilginlerce anlamları ayrıntılı olarak bilinen tek bir harfi, ’vâv’ harfini soracağım. Kendisinden delil getirdiğin ve anlaşılmasını istediğin Aristoteles mantığı açısından değerlendirirsen ’vâv’ harfinin anlamları nelerdir? Kullanıldığı yerler nelerdir? Tek bir anlamda mı yoksa çok anlamda mı kullanılır?

Bu [sorunun] üzerine Mettâ afalladı ve dedi ki:

METTÂ: Bu bir dilbilgisi [sorusudur], bense dilbilimini incelemiyorum. Zira mantıkçının ona ihtiyacı yoktur, halbuki dilbilimcinin mantığa şiddetle ihtiyacı vardır. Çünkü mantık düşünceyi araştırırken [dilbilim sözü araştırır]. Mantıkçının sözle ilgilenmesi ilineksel bir durum olduğu gibi dilbilimcinin düşünceyle ilgilenmesi de ilineksel bir durumdur. Öte yandan düşünce, sözden daha üstündür; söz ise düşünceye göre daha açık bir konudur.

SÎRÂFÎ: Bu yanlış bir görüştür; çünkü söz, konuşma, dil, sözcük, duygunun ifadesi, açıklama, laf, haber, arz, [temenni], yasaklama, dua, ünlem ve istek gibi söz çeşitleri aynı ilkenin (düşünce) türev ve benzerlerinden kaynaklanmıştır. (...) O halde [Arap] dilbilimi bir mantıktır fakat o Arapçanın mantığıdır, mantığın kendisi ise bir dilbilimdir çünkü o ancak dille anlaşılır. Söz ile düşünce arasındaki fark, sözün doğal olmasına karşın düşüncenin akli olmasıdır. Bundan dolayı söz zaman içinde geçer, zira zaman doğanın bıraktığı izi [doğanın başka bir iziyle] takip eder. Bundan dolayı düşünce zamanla kalıcı olur, çünkü düşüncenin özü akıldır akıl ise ilahidir. Sözün maddesiyse toprağa benzer, her topraktan olan şey de yok olur. Bu durumda üzerinde çalıştığın ve onunla kendini geliştirdiğin sanatın isimsiz olduğu ortaya çıkar. Bu sorun ise ancak Arapçadan bir isim ödünç alarak bir derece çözülebilir. (...)

METTÂ: Sizin dilinizdeki isim, fiil ve harf bu sorunu çözmek için bana yeter; çünkü bu kadarıyla Greklerin bana ifade ettiği [düşünce zenginliğini] Arapça olarak dile getirilebiliyorum.

SÎRÂFÎ: Yanılıyorsun, çünkü [bir dildeki] isim, fiil ve harf konusunda, [o dili kullanan] insanların niyetleri içerisinde oluşan düzene bağlı olan [sözcüklerin] yapı ve nitelik bilgisine muhtaçsın. Aynı şekilde bundan sonra bu isimler, fiiller ve harflerin [cümle içindeki] hallerinin (el-ḥarekât) [bilgisine] muhtaçsın, çünkü harekelerdeki hata ve bozukluk, hareket eden [canlılardaki] hata ve bozulma gibidir. Bu, sizden (ayrılmayan bir sır içerdiği halde sen, arkadaşların ve öğrencilerinin habersiz olduğu) bir konudur. Aklından henüz şüphe etmiyorum; o sır şudur: Hiç bir dil bütün özellikleriyle başka bir dille örtüşmez. Bunlar ise o dildeki sıfatların tarifleri, isim, fiil ve harfleri, lafızların birleştirilmesi (et-te’lîf), cümledeki ögelerin sözdizim bakımından öne alınması (et-takdîm) yahut geriye bırakılması (et-te’ḫîr), sözün istiare yahut hakikati ifade etmesi, vurgular, anlamın kapsamlı (es-se’atu) ve dar (ed-ḍayqu) olması, sözün nazım, nesir, secî, vezin ya da esnek (el-meylu) olması vb. birçok özelliktir. Bu bilgiyi reddeden ve doğruluğundan şüphe eden akıldan bir parça pay ve insaftan nasibini almış birini düşünemiyorum. Öyleyse [dilin] bu niteliklerini [dikkate alırsan Grekçeden Süryaniceye] yapılmış tercümelerin güvenilir olduğunu nereden çıkarıyorsun? Dillerin Farsça, Arapça ve Türkçe diye ayrılmasına karşın düşüncelerin ne Grekçe ve ne de Hintçe şeklinde ayrılmamasına rağmen senin Arapçayı öğrenmen Grekçe düşüncesini öğrenmenden daha önceliklidir. Bununla birlikte sen düşüncelerin akıl, araştırma ve düşünme yoluyla meydana geldiğini savunuyorsun, bu durumda sadece dile [ilişkin] bilgiler söz konusudur. Öyleyse hakikatini bilmemekle birlikte Aristoteles’in kitaplarını kendisiyle şerhettiğin Arapçaya niçin haksız eleştiriler yapıyorsun?

Birinin sana şöyle dediğini duydum : “Hakikati araştırmak ve bilmek hususunda benim durumum, mantığın kurucusu [Aristoteles’ten] önceki [Sofist ve filozof] topluluğunun durumuna benzer. [Hakikati] onlar gibi dil yoluyla araştırır ve onlar gibi düşünürüm. Çünkü ben dili, küçükken ve irsî bir yolla; hakikatten çıkardığım anlamları ise inceleme, akılyürütme, derinleşme ve çalışmayla kazandım”. Onun bu görüşü hakkında ne dersin? Yoksa bu görüşün doğru olmadığını ve bu durumun devam etmediğini, çünkü o kimsenin varlıkları senin bildiğin yolla bilmediğini mi söyleyeceksin. (...)

Bunu da bir kenara bırakalım, bana ’vâv’ harfinin görevlerinden söz et. Çünkü mantığın önemine ilişkin yaptığın vurgunun sana bir faydası olmadığını, üstelik senin Grek felsefesini kendisi sayesinde öğrettiğin Arapçadaki tek bir harfi bile bilmediğini göstermek istiyorum. Zira bir harfi bilmeyen bir kimsenin diğer harfleri de bilmemesi mümkündür, harfleri bilmeyenin ise dili tam anlamıyla bilmediği söylenebilir. Eğer bütününü değil de bir kısmını bilmiyorsa bu takdirde ihtiyaç duyduğu şeyleri bilmediği anlaşılır. Böyle birine belki de ihtiyaç duymadığı bir bilgi faydalı olabilir. Bu bilgi ise avâm yahut bir üst derecesindeki kişilerin bileceği basit bir şeydir. Öyleyse niçin dili öğrenmekten kaçınıyor, büyükleniyor ve bu bilginin havassa ait bir iş olduğu zannına kapılıyorsun? (...)

[Metnin gidişinden Mettâ b. Yûnus’un cevap veremediği anlaşılmaktadır.]

SÎRÂFÎ: Sana sadece bir harfin anlamlarını sordum, bütün harflerin anlamlarını ve kullanıldığı yerleri sorsaydım ne yapacaktın? (...) Siz mantıkçıların, dilbilimcilerin ’fî’ harfinin kullanıldığı yerleri bilmediğini ve ’bâ’ harfinin bağlaç olarak kullanılması gibi onun da bağlaç görevi gördüğü görüşünde olduklarını söylediğini duydum. Halbuki ’fî’ harfinin ’şey kaptadır’, ’kap mekândadır’, “siyasetçi siyasetin içindedir”, ’siyaset siyasetçide bulunur’ örneklerindeki gibi kullanıldığı birçok yer vardır. Bu kadar ayrıntılı bilgiyi Grek bilginlerinde ve Grekçede görebilir misin?

(...)

et-Tevḥîdî, Ebû Ḥayyân tsz. Kitâbu’l-İmtâ’ ve’l-mu’ânese, tah. Aḥmed Emin-Aḥmed ezZeyn, Beyrut: Mektebetu’l-Aṣriyye, 2 c, I, s. 108–119. 
Çeviren: Sadık Türker