10. Kur’ân’ın Yaratılmışlığı Sorunu (Halku’l-Kur’ân) ve Reddi: el-Bakıllânî

Kur’ân’ın yaratılmışlığı, en geç 8. yüzyılın ilk çeyreğinde Arap dilbiliminin doğasından kaynaklanmış bir sorundur. Arap dilbiliminde harfler, kelimeler ve sözler sadece düşünceleri gösteren semboller değil, aynı zamanda işitilmesi ve yazılması gibi fiziksel özellikleri bakımından maddi varlıklar olarak kabul edilir. Maddi olan her şeyse yaratılmıştır. Kur’ân ayetleri sözlerden ibaret olduğuna göre, o da maddi bir varlıktır. Maddi varlıklarsa ya ezelîdir ya da değildir. Bu durumda Kur’ân ya ezelî bir varlık, ya da sonradan yaratılmış olacaktır. Böyle ciddi sorunlar içeren ve ilk defa Ca’d b. Dirhem tarafından ortaya atılan Kur’ân’ın yaratılmışlığı tezi, Abbasi halifesi Me’mûn tarafından 827 yılında devletin resmî inancı olarak kabul edildikten sonra, özellikle vezir olarak tayin ettiği İbn Ebî Duâd’ın teşvikiyle Bağdat valisi İshak b. İbrahim’e bir yazı göndererek âlimleri bu konuda sorguya çekmesini, aksi görüşte olanların hukukî ehliyetlerini iptal etmesini istemiştir. Bu durum, Mu’tasım ve Vasık döneminde de devam etti. Ahmed b. Hanbel, Nuaym b. Hammad, Muhammed b. Nuh, Ahmed b. Nasr el-Huzaî gibi âlimlerin dışındakiler bu resmî görüşü benimsemişlerdir. Bazı ufak farklarına rağmen Cehmiyye, Hâricîler, Mu’tezile ve Şia Kur’ân’ın yaratılmış olduğunu kabul etmektedir.

Bu özgün sav, çok geçmeden Ahmed İbn Hanbel’in öncülüğünde bir karşı savla çürütülmek istenmiştir. Hadisçi İbn Hanbel’e göre Kur’ân, ezelî olan Allah’ın yine ezelî olan sözüdür; dolayısıyla yaratılmış değildir. Ancak bu karşısavın ortaya çıkardığı “taaddüd-i kudemâ” (ezelî varlıkların çokluğu) meselesi, ilk savdan daha büyük bir güçlük yaratmıştır. Mutezile tarafından, muhafazakar âlimler üzerinde on altı yıl (218–234) kadar devam eden bu baskı ve işkence, Halife Mütevekkil Alellah (232–247) döneminde sona ermiş ve önceki uygulamanın aksine Kur’ân’ın mahluk olduğunu söylemek bir süre yasaklanmıştır. Mütevekkil, kendisinden önceki üç halifenin Mutezile’ye vermiş olduğu siyasi desteği çekmiş ve onları devletin resmî mezhebi olma konumundan çıkarmıştır. Böylece “Halku’l-Kur’ân” fetvasını kaldırarak Kur’ân hakkındaki tartışmaları yasaklamış, bunun sonucunda da “mihne” olarak tarihe geçen uygulamaya son vermiştir. Bu arada devlet dairelerinde çalışmakta olan Mutezile’ye mensup memurlar tedricen görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Nihayet siyasî olarak tasfiye edilen Mutezile, fikrî ve ictimaî hayatta da geri plana itilmiştir.

Söz konusu soruna çözüm getirmekten ziyade ondan kaçınmaya çalışan bir başka görüş Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülmüştür: Kur’ân ne yaratılmıştır ne de yaratılmamıştır. Aşağıda kelam tarihinin yanı sıra İslam siyasi tarihinin de önemli bir sorunu olan Kur’ân’ın yaratılmışlığı tezine karşı Bakıllânî’nin görüşü yer almaktadır.

Ebu Bekir (Bakıllânî) şöyle dedi: “Halk-ı Kur’ân’ı reddetme konusunda Kur’ân’dan delil, Allah’ın şu sözüdür: ’Biz bir şeyin olmasını irade ettiğimiz zaman, sözümüz ona sadece ol demektir; o da oluverir’ (Kur’ân 16: 40). Kur’ân mahlûk olmuş olsaydı, bir başka sözle mahlûk olurdu. Bu da, ondan önce, sonu olmayan sözlerden ibaret olan fiilerin bulunması zorunlu olacağından Allah Teâlâ’da asla bir fiilin bulunmamasını gerektirir. Bu da aramızdaki ittifak sebebiyle imkânsızdır.

Diğer bir delil de şudur: Kur’ân mahluk olsaydı, kendi kendine var olan bir cisim, ya da başkasında bulunan bir araz olması gerekirdi.

Bi-nefsihi var olması caiz olmadığı gibi, cisim olması da imkânsızdır; mütekellim olmayanın kelamı olması da imkânsızdır. Zira cismin, sıfatların taalluku gibi başkasına taalluku yoktur. Ve yine cisimlerin hepsi tek cinstendir. Bu takdirde şayet bazısı bir yaratıcı veya mahlukun kelamı olsaydı, tamamen kelam olması gerekirdi. Bunun batıl oluşu, kelamın cisim olmadığına bir delil teşkil eder.

Onun araz olması da imkânsızdır. Zira birinde ortaya çıkan bir araz olsaydı, Allah Teâlâ’nın, zatında veya başkasında, ya da hiçbir yerde fail olması boş olmazdı.

Bir başka delil de şudur: Allah Teâlâ’nın kelamı, bize ve onlara göre cisim cinsinden olmayan, mahluk olmuş olsaydı, o zaman onun araz olması gerekirdi. Araz olsaydı, o zaman hudus halinden ikincisinde fani olması gerekirdi. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, şu anda, bir şeyi emretmesi, bir şeyi nehyetmesi, va’detmesi, korkutması, sakındırması, ihbar etmemesi olmazdı. Allah Teâlâ’nın, şu anda insanlara taatini emretmesi, onları günahtan nehyetmesi ve yine emir ve nehyi insanlara bildirmesi konusunda ümmetin icmaı, mahluk araz bir kelamla konuşmasının caiz olmadığına delildir. Çünkü delalet, arazların bekasının imkânsızlığına delildir.

Bakıllânî, Ebû Bekir 1987. K. et-Temhid, tah. İmaduddin Ahmed Haydar, Beyrut, s. 268– 270.  
Çeviren: Osman Karadeniz