14. Klasik İslam Yazınında Doğu-Karşıtlığının Oluşumu

Umeyye oğlu Harb oğlu Sahar adlı Ebû Sufyân (ö. 33/652), ’Utbe ve Ebû Cehl’le birlikte Mekke’nin Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendi; kendisinin putperest bile olmayıp tanrıtanımaz (ez-zındîk) olduğu kaynaklarda yer almıştır; ticaret yaparak geçimini kazanan varlıklı bir kabile şefiydi. Ebû Sufyân’ın Bizans’la olan siyasi ilişkileri, onun Şam’da rahatça ticaret yapmasına imkân tanıyordu ve böylece Mekke’deki nüfuzunu ve servetini artırmıştı. Hz. Muhammed’in Mekke’yi fethettiğini gözleriyle görünceye kadar Müslüman olmadı. Oğlu Muâviye ise Mekke’nin fethinden hemen önce Müslüman olmuştu. Ebû Sufyân’ın Müslümanlığından beri, münafıklarla yakın dostluk kurduğu, Hz. Muhammed’in vefatından sonraysa dinden dönme hareketine (er-redî’e) katıldığı kaynaklarda yer almıştır. Kaynaklara göre Muâviye, İslam’ın bütün gereklerini yerine getiren samimi bir Müslüman’dı; ancak onun Müslüman olmasında, ailesinin Hicaz’daki seçkin ve varlıklı konumunu her ne şekilde olursa olsun sürdürmek isteyen Ebû Sufyân’ın bir etkisi olmuş muydu sorusu, kaynaklarda her ne kadar sorulmamışsa da fiili cevabını ancak, Muâviye Hz. Ali’nin halifeliğine göz diktiğinde bulacaktı. Ne var ki genellikle Sünni kaynaklar, bir Arap savunmacılığı tavrı içinde, ne Muâviye’nin fetihten hemen önce, babasınınsa fetih günü Müslüman olmasından, ne Muâviye’nin hilafeti ele geçirmesinden, ne de Umeyye oğullarının Bizans’la olan ilişkilerinden böyle bir anlam çıkarılmamasına özen göstermişlerdir.

Sasani devleti yıkılıp Persler Müslümanlaştırıldıktan sonra, Müslüman Araplarda adet olduğu üzere Ali b. Ebî Tâlib, bölgenin seçkin ailesi kral Kisrâ’nın –bir rivayete göre tek, bir başkasına göre üç kızından birisi– olan Şehrbânû’yu oğlu Hüseyin’le evlendirdi; böylece Hz. Ali Perslerin velîsi, Persler de onun mevlâsı oldular. Muaviye’nin Hz. Ali’yi halifelikten indirip yerine geçmesiyle birlikte Hz. Ali’nin mevlâsı olan Pers kökenli Müslümanlara karşı ciddi bir baskı ve kıyım başlamıştı: (a) Emevîler, Hz. Ali’nin destekçisi bu bölgeye daima bilkuvve isyancı gözüyle baktığından Emevî devletinin yıkılışına kadar bu baskı devam etti. (b) Emevîler İslam öncesinde Bizans’la siyasi ve ticari ilişkileri olan bir kabileydi; İslam’ın, Bizans’ın kadim düşmanı Sasani devletini deviren bir güç ve otorite olarak ortada duruşu, en çok Bizans’ı kaygılandırıyordu. Çünkü onlar, Perslerin pasif siyaseti de gayet başarılı yürütebildiklerini biliyorlardı. Muâviye, Emevî devletinin kuruluşunda ve teşkilatlanmasında olduğu kadar, hiç şüphe yok ki Hz. Ali’nin devrilmesinde de Bizans’tan destek almış olmalıdır; zira toprak kaybetme pahasına hayatta kalmak, ancak eski bir Bizans dostunu desteklemekle mümkün olabilirdi. Yaklaşık yüz yıllık ömrünün büyük kısmını baskı ve katliamla geçiren Emevîlerin İslam toplumunda otoritesini sürdürmesinde, saydığımız iki etkenden daha önemlisi, (c) İslam devlet otoritesinin kötü yönetimine rağmen ona isyan etmeyi kesin bir dille yasaklayan hadisler ile (d) gelecekte İslam’ı tehdit edecek siyasi kargaşaların doğudan kaynaklanacağını bildiren hadislerdir.

İtaat vurgusu yapan hadisler, İslam toplumunda otoriteden sapmayı dinden sapmak kadar büyük bir tehlike olarak belirlemektedir. Buhârî’nin kaydettiği hadislere (no: 7053, 7068) göre Hz. Muhammed ’Yöneticisinden kötülük gören sabretsin, çünkü otoriteden bir karış saparak ölen, cahiliye [insanı İslam’a göre nasıl] ölmüş [ise öylece] ölür’ demiştir. Sağduyulu Müslümanlar, halife Ali devrilip Muâviye hilafetini ilan ederken bu gibi ilkelerden dolayı büyük bir isyan çıkarmamışlardı. Nitekim sahabeden Enes b. Mâlik, kendisine Haccâc b. Yusuf’un zulmünü şikâyet eden Zubeyr b. ’Adî’ye ’Sabredin, çünkü [Haccâc’dan] sonra, rabbinize kavuşuncaya değin, ondan daha kötüsünün olacağı bir zaman gelecektir, bu [sözü] peygamberinizden (sav) işittim’ demiştir. Ancak Emevîler devrilirken aynı şey olmadı.

Buhârî ve Muslim gibi güvenilir sayılan hadis kaynaklarının el-Fiten (Fitneler: büyüleyici kargaşalar) ile el-Melâhim (Afetler) başlıkları altında zikredilen, gelecek olayları bildiren ve bir kısmının doğrulandığı kabul edilen hadisler, Hz. Muhammed’in kıyamet, cennet ve cehennem gibi daha ileri zamanda olacağını söylediği şeyleri de doğrulaması bakımından, hem onun peygamberliğinin hem de İslam’ın savunduğu gerçekliklerin tanıklıklarından birisi sayılmaktadır. Ne var ki bu hadislere gerek Emevî gerekse Abbâsî dönemlerinde yapılan yorumlar, 7. yüzyılın ikinci yarısından bugüne değin, İslam’ın siyasi tercihlerinin doğuya kapatılarak Batıya yöneltilmesinde ve İslam’ın siyasi olarak ikiye bölünmesinde rol oynayan güçlü etkenler arasındadır. Farklı sahabilerin rivayetlerini aktaran Buhârî’nin Sahih’ine (no: 7093-7094) göre bir gün Hz. Muhammed yüzü doğuya dönükken “Dikkat edin, fitne burada[n], şeytanın boynuzunun doğduğu taraftan [gelecektir]” demiştir. Bir başka hadiste Hz. Muhammed: “Allah’ım Şam’ımızı bize mübarek eyle, Allah’ım Yemen’imizi bize mübarek eyle” dediğinde sahabe: “Ey Allah’ın peygamberi, [peki] ya Necd’imizi?” diye sorunca, o yine: “Allah’ım Şam’ımızı bize mübarek eyle, Allah’ım Yemen’imizi bize mübarek eyle” demiştir; bunun üzerine sahabe tekrar: “Ey Allah’ın peygamberi, [peki] ya Necd’imizi?” diye sorunca, “Orada depremler ve fitneler [vardır], oradan şeytanın boynuzu yükselecektir” demiştir. Hadislerde Mekke’nin doğusunda konumlanan Necd bölgesi, doğu (el-meşrık) kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu bölge Hicaz’da olmasına ve hadiste Irak bölgesi zikredilmemiş olmasına rağmen, kaynaklarda fitne ve doğu kavramları özdeşleştirilerek Necd ve Irak’ın doğusu (Necd ve ’Irâk ve mâ-verâ’ehâ mine’l-meşrık) biçiminde kavramlaşmıştır. Necd kelimesinin belirli bir yer değil coğrafi bölge ve özellik anlamına geldiğini belirten Ebû Suleymân el-Hattâbî (319/931-388/998), Bedruddin el-’Aynî (762/1360-855/1451) ve el-Kastalânî (851/1448-923/1517) gibi kaynaklara göre necd kelimesi zeminden yüksek “yayla” anlamına gelir; Mekke’ye göre Necd’in beş yüz mil doğudaki kumul yayla olarak kabul edilmesine karşın, Mekke’nin kuzeyinde kalan Medine’nin Necd’ininse sekiz yüz mil kuzeyde bulunan Irak’tır. Böylece Irak ve halkının isyanlarıyla meşhur olan Kûfe, “Medine halkının Necd’idir.” Kastalânî’nin tasvir ettiği biçimde klasik İslam kaynaklarında tehlikeli sayılan bölge, Hicaz’daki Necd’den ziyade Irak ve doğusu olarak gösterilmekte, kıyamet habercisi olan ve Arap kaynaklarında çoğunlukla Türkler, Hunlar ve Moğollarla yorumlanan istilacı Ye’cûc ve Me’cûc adlı kavimlerin buradan geleceği ifade edilmektedir. Hicaz’ın geçmişine bakılırsa Mekke’nin beş yüz mil doğusundaki yaylada MÖ üç binde Ad medeniyeti yok olmuş, oradaki felaketten kurtulanların daha sonra Medine ile Şam arasında kurduğu Semud medeniyeti de yok olmuştu. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar bütün bunların efsane olduğu düşünülüyordu; ancak yapılan arkeolojik keşifler bu efsaneleri doğruladı. Ad toplumu, Hicaz’ın ortasında gerçekten yüksek bir medeniyet kurmuştu.

İslam’ın siyasi ve fikrî geleceğini bekleyen tehlikelere dikkat çeken bu hadisler yorumlanırken fazlasıyla siyasi etki altında kalınması, hatta onların siyasi fayda uğruna manipüle edilmesi, tehlike ve bölünmenin azalması yerine çoğalmasına neden olmuştur. Zira hadis bilimi bakımından sahih Fiten hadislerinin hiçbirisinde gelecekle ilgili yer, kişi ve zaman belirlemesi açıkça yapılmamıştır. Bu türlü belirlemeler, kelimelerin rakamsal değerlerini takdir etmek, hadisleri lâfzî anlamlarıyla değil batınî anlamlarıyla yorumlamak veya Hz. Muhammed’e ait olduğu belirsiz olan yahut ona ait olmayan hadisleri kullanmak gibi İslamca geçerli olmayan yöntemlerle hadislerin yorumlanmasından kaynaklanmıştır. İlkin Hz. Ali’nin destekçileri sayılan Perslere ve Türklere karşı bir savunma stratejisi olarak Emevîlerin başlattığı, ardından 9. yüzyıl başlarında Abbâsîler döneminde benzer gerekçelerle geliştirilen doğu-karşıtı siyaset, hiç şüphe yok ki hem İslam kaynaklarındaki evrensel mesajların yanlı ve yanlış yorumlanmasında, hem de Şiî-Sünnî bölünmesinde önemli rol oynamıştır. İslam kisvesine bürünmüş Arap milliyetçiliğinin yol açtığı zararlar, elbette sadece Arapları değil bütün Müslümanları bağlayıcı sonuçlar doğurmuştur.

İbn ’Abdi’l-Berr (ö. 463/1071), hadislerde geçen fitne-doğu ilişkisinin kaynaklarda ’Irak’ın doğusu’ anlamını kazandığını belirttikten sonra, pek çok İslam düşünürünün içinde boğulduğu bu fitne-doğu ilişkisi hakkında, doğuda son derece değerli bilginlerin yetiştiğini vurgulayarak, sözlerini son derece çarpıcı bir tespitle şöyle bitirir:

Malumdur ki, her ne kadar Cemel ve Sıffîn’de savaşanların çoğu Hicaz ve Şam halkındansa da, bidatlerin çoğu doğudan kaynaklanıp ortaya çıkmıştır; zira fitne, doğu bölgesinde meydana gelmiş, pek çoğunun bugüne kadar olduğu ve kıyamete kadar olacağı üzere, Müslümanların sözlerinin ve mezheplerinin ayrılmasına, niyetlerinin bozulmasına neden olmuştur.

(...)

Yer, sahibini kutsallaştırmaz; [aksine] sahibini kutsayan onun işledikleridir. Öyleyse bir bölgeyi överken öbürünü kötüleyen kimsenin, bir bölgenin övülmesi veya kötülenmesinin, ancak orada yaşayan insanların hallerinde baskın olan duruma göre yapması gerektiğini, fakat bunu genelleştirmesinin doğru olmadığını kabul etmesi gerekir.

Şüphesiz ki bugün bela ve fitne, dünyanın her bir tarafına yayılmıştır. (no: 40996, 41003– 41004)