2. Âlemin Yaratılmış Olduğunu İspat Hakkında: en-Nesefî

Ebû’l-Mu’în en-Nesefî (ö. 508/1114), meşhur din âlimlerinin yetiştiği bir aileye mensup olup 438 tarihinde Nesef’te dünyaya gelmiştir. Semerkant ve Buhara’daki Hanefî-Mâturîdî bilginlerden, özellikle Nesefî künyesini nisbesini taşıyan kişilerden ilim tahsil ettiği söylenir. Nesefî kelamdan başka fıkıh ve tefsir alanında da önemli bir âlimdir. Fıkıhta Hanefidir; onun uzantısı olan Maturidiliği sistemleştirerek köklü bir kelam ekolü haline getirmiştir. 508 tarihinde büyük bir ihtimalle Buhara’da vefat etmiştir.

Birtakım olumsuz şartlara rağmen Maturidiliğin yayılması için çaba gösteren âlimler arasında akla ilk gelen kişi Nesefî’dir. Eşarilik için Bâkıllânî ve İmam Gazâlî’nin konumu ne ise Maturîdilik açısından Nesefî’nin konumu odur. Tabsıratu’l-Edille adlı eseri, Maturîdî’nin Kitabu’t-Tevhid’inden sonra mezhebin en önemli eseridir. Ebu’l-Muîn, böylece Mâtürîdiliğe ait kelamî görüşleri, kullandığı semantik yöntemle sistemleştirip derinleştirmek ve bu görüşleri muhalif mezhep ve fırkalar karşısında savunmak suretiyle Mâtürîdiyye’nin köklü bir Sünnî kelam okulu haline gelmesine önemli katkılarda bulunmuştur.

Talebeleri arasından Alâeddin es-Semerkandî, Nesefî’yi kelâm ilminde Ehl-i Sünnet’e, fıkıhta Hanefîyye’ye katkıları bulunmuş bir âlim olarak tanıtır. Ayrıca, Mâtürîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân’ına yazdığı şerhin, hocası Ebü’l-Muîn’in derslerindeki notlardan oluştuğunu belirtmiştir. Diğer taraftan Ömer Nesefî’ye ait el-Akaid’in, Tebsıratü’l-Edille’ nin özeti mahiyetinde oluşu da onun itikadî görüşlerinin etkilerini göstermektedir. Bunun yanı sıra meşhur eserleri arasında, Bahru’l-Kelam fi İlmi’l-Kelam, et-Temhid li Kav’idi’t-Tevhid, el-Umde fi Usuli’d-din yer almaktadır.

Ona göre, en açık ve kesin bilgi, duyular yoluyla elde edilen bilgidir. Aklın da zorunlu bilgi vasıtasıdır. Duyularla bilinecek hususları akılla, akıl yoluyla idrak edilecekleri duyu vasıtasıyla bilmeye çalışmak, bu konuda yapılan temel yanlışlardandır. Âhâd haberler, akaid sahasında tek başına delil teşkil etmez. İlham, bir şeyin hakikatini bilme vasıtalarından biri değildir.

Sonra, âlem bütün parçalarıyla beraber sonradan olmadır (muhdes), çünkü o, yapılacak ilk taksime göre, a’yân ve a’râz olmak üzere iki kısma ayrılır. A’yânla kasdımız şudur: Bizzat varlığı olandır. Bu, ya bileşik, yani cisimdir; ya bileşik değildir, yani ’bölünmeyen parça’dır. Bu, kelamcıların geleneğinde cevherdir.

Arazlardan kasdımız ise, bi-zatihi varlığı bulunmayandır. Onlar; renkler, oluşlar, tatlar ve kokular gibi cevher ve cisimlerde ortaya çıkar.

Arazların varlığına delil şudur: Cevherler bazen sakin, sonra hareket halinde olur. Bunun aksi de böyledir. Bu takdirde hareket ve sükûnet, cevherin zatı dışında manalar değil de, aksine onun zatında bulunmuş olsaydı, bu durumda, zatının varlığı her ikisini zorunlu kıldığı ve her sıfat kendi tarifine has olduğu için hareket ve sükûnet bir arada bulunurdu.

Sonra arazlar, hepsi sonradan olmadır. Onların bazılarının sonradan olduğu his ve gözlemle; diğer bazısı da, yok olan zıdlarının hudusuyla ortaya çıktıkları anda, delil ile bilinir. Böylece onların yokluğu kabul etmeleri, hadis olduklarına delalet eder. Çünkü sonradan (muhdes) olanın, varlığı da yokluğu da mümkündür. Kadim varlığa gelince, o, zatı ile mevcut olandır. Bu takdirde onun yokluğu muhaldir. Nitekim yokluğun mümkün sayılması ve tahakkuku hudusa işarettir.

İmdi, arazların hepsi yaratılmış olunca, cevherlerin onlardan ayrı kalması imkânsızdır. Zira iki cevherin ayrı ayrı ve beraber bulunmadığını ve bir cismin, varlığının devam etmesi durumunda, aynı mekânda hareket ve sükûnet halinde olmadığını düşünmek imkânsızdır. Aynen öyle, cevherlerin bütün renk, tat ve kokulardan ayrı kalması aklın muhal gördüğü şeylerdendir. Akıl, aynı anda ve aynı mahalde iki zıt şeyin bir arada bulunuşunu da aynen öyle muhal görür. Cevherlerin arazlardan ayrı kalması imkânsız olunca, onlardan önce bulunması da imkânsızdır. Önce olmak, ayrı bulunmak (hulüvv) demektir; ayrı bulunmak ise imkânsız olduğuna göre, önce olmak da imkânsızdır. Bu takdirde cevherler, arazlardan önce olamaz. Hadis olandan önce bulunmayan, sonradan olmadaki ortaklıktan dolayı, zorunlu olarak hadistir; ve onun da varlığının bir başlangıcı vardır…

Gökler, devreden gezegenler, akan yıldızlar vd.; yeryüzü, denizleri, dağları, bitkileri, cansızları ve diğerlerinden ibaret olan alemin bütün cüzleri, bütün bu delaletin hükmüne dahildir.

en-Nesefî, Ebû’l-Mu’în 1986. et-Temhid li-kavâidi’t-tevhid, tahk., Habibullah Hasan Ahmed, Ezher, s. 123-127. 
Çeviren: Osman Karadeniz