(…) İlmi kelâmı bitirdikten sonra felsefeye başladım. Şunu kesin olarak anladım ki bir ilme son haddine kadar vâkıf olmayan kimse o ilimdeki bozukluğa vâkıf olamaz. O derece vâkıf olmalı ki o ilimde en büyük âlim sayılan kimseye eşit olmakla kalmayıp onun derecesini geçmeli ve onun kavrayamadığı derin noktaları, gaileleri kavramalıdır. Ancak o zaman o ilmin fasit olduğuna dair iddiası doğru olabilir. İslâm âlimleri içinde himmetini bu noktaya sarf etmiş bir kimseyi göremedim. Mütekellimînin, kitaplarında felsefecileri reddettikleri yerlerde onlardan aldıkları sözlerin hep vuzuhsuz, perişan, tenakuz ve fesatla dolu olduğunu gördüm ilimlerin inceliklerine nüfuz ettiğini iddia edenler şöyle dursun, cahil halktan bir kimse bile o sözlere kanamaz. Anladım ki bir mezhebi iyice anlamadan, özüne vâkıf olmadan reddetmek karanlığa kubur sıkmak gibidir. Bu sebeple felsefe tahsiline ciddiyetle sarıldım. Bu bapta yazılmış kitapları bir üstattan yardım görmeğe muhtaç olmadan mütalaaya koyuldum. Şer’î ilimlerin tedris ve tasnifinden boş kaldığım saatlerde buna çalıştım. O sıralarda Bağdat’ta üç yüz talebeye ders veriyordum. Cenabı Hak, boş zamanlarımdaki bu mütalâalarla iki seneden az bir vakitte beni bu ilmin en son haddine muttali kıldı. İlmi tamamiyle anladıktan sonra bir sene kadar da daimî surette onu düşündüm, tekrarladım, derinliklerine daldım. Nihayet oradaki aldatmalara, tezvirlere, hakikat ve hayallere şek ve şüpheye mahal kalmayacak surette vâkıf oldum. Şimdi felsefecilerin ve ilimlerinin hikâyesini benden dinle. Bunların birkaç sınıf olduğunu, ilimlerinin de birkaç kısımdan ibaret bulunduğunu gördüm. Bütün bu sınıflar; eskilerle daha öncekiler, sonrakilerle evvelkiler arasında, hakikatten uzak ve yakın olmak hususunda büyük fark bulunmakla beraber hepsi küfür ve ilhat damgasını taşırlar.