2. Siyasi Edebiyat

Günümüzde bütün siyasetçiler, medya yazar çizerleriyle iyi geçinmek isterler; çünkü siyasetçiyi halka iyi veya kötü gösteren medyadır. Görsel medyanın bulunmadığı eski zamanlardan beri edebiyatın, büyük bir siyasi güç olduğu biliniyor; yöneticiler şairlerin övgülerini ödüllendiriyor, yergilerinden de korkuyordu. Bu yüzden sultanlar, dili güçlü ve sözü etkili şairleri ve edebiyatçıları daima destekleme gereği duymuşlardır. Öte yandan toplumun yeni nesillerine belirli bir siyasi bilinci aktarması, yine edebiyatla mümkün olmuştur. Bu etkenler sonucu, bazen siyasetnâme tarzında, bazen menakıbnâme veya cenknâme tarzında eserler meydana gelmiştir. Bu eserler, bir bakıma toplumun tarihteki siyasi ve iktisadi hayatına tanıklık eden bir özelliğe sahipken, diğer yandan içerdiği efsaneler ve kerametlerle popülist bir özelliğe de sahiptir. Dolayısıyla toplumun siyasi kimliğinin anlaşılması ve tanımlanmasında siyasi edebiyatın büyük bir rolü vardır. Bu nedenle Türk devlet adamları, sözlü gelenekte yüzyıllardır taşınagelen hikâyelerin yazıya geçirilmesini sağlamışlardır. Aşağıda Türk siyasi kimliğinin oluşumunda rol oynamış bazı eserlerden seçmeler sunulmuştur.

İnsanoğlunun Değeri: Bilgi, Akıl ve Dil: Yusuf Has Hâcib

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Hayber Kalesi’nin Fethi: Hazret-i Ali Cenk-nâmesi

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Battal Gazi’nin İstanbul Macerası

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Tılsımlı Mağara: Derviş Hasan Medhî

16. yüzyılın sonlarıyla 17. yüzyılın başlarında III. Murat, III. Mehmet, I. Ahmet ve II. Osman zamanlarında yaşayıp bu padişahlara eserler sunmuş ve pek çok eser yazmış bir yazar olan Derviş Hasan Medhî, İbni Sînâ ve kardeşi Ebû’l-Haris’in maceralarını konu alan Esrâr-ı Hikmet adlı eserini III. Murat’a sunmuştur. Arap ve Fars edebiyatlarında da işlenmiş konulardan olan İbni Sina hikâyelerinin, Türklere de bu edebiyatlardan geldiği anlaşılmaktadır. Anadolu Türklüğünün daha eski devirlerde tanıdığı bu hikâyeleri, kuzey Türklüğü Kazan üzerinden 19. yüzyılda tanımaya başlamış ve bu hikâyeler, hemen bütün Türk dünyasına yayılmıştır. Yazar, eseri nasıl yazdığını şöyle anlatır; “Bu kusurlarla dolu zavallı ve garip… Medhî, yıllar ilerledikçe nazik ömrünü tarih kitaplarının araştırılmasına harcayıp, epey zaman garip hikâyeleri ve ilginç rivayetleri gözden geçirmiştir. İlk bölümü, kendim araştırıp anılan kitaplardan çıkardığım bir kısım acayip haberler ile garip rivayetlerdir. İncelediğim kitaplar şunlardır: Kânûn, Dîbâce, Kâbus-nâme, Netâyicü’l-fünûn, Tevârîh-i Küllî. İlk bölüm, bir derviş olarak dolaştığımız zamanlarda bazı itibar sahibi faziletli kişiler ve yüksek akıl sahiplerinin meclislerine katılıp onlardan işittiğimiz hikâyelerdir ki tertip olunduğu şekilde derlenmiştir. İlk bölümde tıp ilminde neler yazdığını, şeyhlerin yoluna ne şekilde dahil olduğunu ve hangi padişah zamanında dünyaya geldiğini ve hangi vilayette ortaya çıktığını, hangi padişaha yakın olduğunu ve ne kadar zaman hizmet ettiğini elimden geldiğince yazdım. İkinci bölümde ise kardeşi Ebû’l-Haris ile Mağrip’e gidip simya ilmini ne yolla öğrendiğini ve kardeşi Ebû’l-Haris’i genç bir helvacı yüzünden yanlışlıkla nasıl öldürdüğünü ve kitabın sonunda da kendisinin nasıl öldüğünü dilim döndüğünce yazdım”.

Ebû Ali Sînâ o ibretlik mağaranın haberini duyunca çok sevinip denizler gibi coştu. Hemen o tellalın yanına gidip o acayip mağara hakkında inceden inceye bilgiler aldı. Tellal, kendine has güzel üslubuyla anlatmaya başlayıp şöyle dedi:

— Ey sinesi yaralı derviş, şöyle anlaşılsın ki bu şehrin kuzey yönünde bir tılsımlı mağara vardır, içi kitaplarla doludur, duvarı ise levhalarla dopdoludur. Her yılın başlangıcında gündüz öğleden önce belli bir saatte kendiliğinden açılır ve bütün insanlar bu mağaraya girip o kitaplardan güçleri yettiği kadar, nasiplerine göre alırlar ve yine çabucak çıkarlar, tılsımlı mağara da yine kendiliğinden kapanır. Öyle ki içinde yanlışlıkla bir kişi kalsa susuzluktan ve açlıktan ölür. Bir yıl geçmeyince kapı yeniden açılmaz. Bu mağarayı Büyük İskender yaptırmıştır. O, dünyada yaşadığı süre zarfında hazineler peşinde oldu. Yeryüzünde, kendi zamanına gelinceye kadar ne kadar acayiplikler ve gariplikler ile hazineler varsa bir kısmını kendi gördü, bir kısmını araştırıp öğrendi, kimini görenlerden haber aldı ve pek çok ibret alınacak eserleri toplayıp yeniden yazdırdı ve bu tılsımlı mağaranın içine doldurdu, üzerine de cinnîler vekil tayin edip mağarayı onlara havale etti. Ne zaman ki o kitap alanlardan birisi yıl başında tamah edip o aldığı kitabı getirip yerine koymazsa o cinnîler ona çokça eziyet ederler, aklını başına alıp kitabı yerine koymayanı ise öldürürler. Bu yüzden hemen herkes nüsha edinip yararlanırlar, diyerek sözünü tamamladı.

Ebû Ali Sînâ bu sözleri tellaldan işitince içindeki sanat cevheri coştu ve başını kaldırıp kardeşine dedi;

— Ey kardeşim, bu tılsım dolu mağaraya inşallah gelecek yıl girelim. Yüce Tanrı ne gösterir bilinmez, ancak bunun için büyük hazırlık yapmalıyız ki istediğimiz kitaplardan nüsha çoğaltıp alalım. Şimdi girersek dışarı çıkardığımız kitaplar muhtemeldir ki bizim bildiğimiz bilgileri ihtiva eden kitaplar olur ve bunların da bize bir yararı olmaz. Şimdi bizim bunun için hazırlanmamız gerekir, deyip şehre geldiler. Evlerinde sohbet ederek kanaatkâr bir şekilde yaşamaya devam ettiler. Gerçekten de o günden itibaren kıt kanaat yaşayıp yiyeceklerini iyice azalttılar ve günlük yiyeceklerini on dirhem zeytinyağı ile birer tane peksimete indirip bununla devam ettiler ve tam tamına bir yıllık, günde onar dirhem zeytinyağı ile birer tane peksimet hesabıyla yiyecek hazırladılar. Öyle ki mağaraya girdiklerinde bir yıl boyunca çıkmayıp orada ölmeyecek kadar yiyecek sahibi olalar. Bu şekilde bedenlerini açlığa ve susuzluğa hazırladılar. Bir yıl geçtikten sonra mağaranın açılma zamanı geldi yine eskiden olduğu gibi tellallar şehir içinde bağırırken derhal Ebû Ali Sînâ kardeşi Ebû’l-Hâris ile eşyalarını ve bunca zamandır hazırladıkları yiyeceklerini yüklenip mağaraya yöneldiler ve tılsımlı mağaranın açılmasını beklemeye başladılar. Mağaranın kapısı yine kendi kendine aniden açıldı ve dört bir taraftan gelenler, her biri doğudan ve batıdan adını duyup gelip içeri girmeye, rağbet edenler istedikleri kapının açıldığını görünce her biri aceleyle mağaraya girdiler ve istediklerini elde etmeye koşuştular. O sırada Ebû Ali Sînâ ve kardeşi Ebû’l-Hâris de içeri girdiler ve bir köşede durdular. Bir süre sonra insanlar acele ile alacaklarını alıp dışarı çıktılar. Ebû Ali Sînâ ile kardeşi Ebû’l-Hâris içeride yerleşip kaldılar ve gördüler ki o kapı yine eskisi gibi kapandı. İki kardeş içeride kaldı. Bunlar mağaranın içini boşalmış görünce derhal çakmağı çakıp yanlarında getirdikleri kavı yaktılar ve mağara aydınlandı. Etrafa bakınca gördüler ki mağaranın bir köşesinde ayazma şeklinde bir soğuk su vardı. İki kardeş suyu görünce Tanrı’ya şükredip yiyecek ve içecek endişesinden kurtuldular. Daha sonra mağaranın içinde bulunan bütün değerli kitapları bir yere toplayıp tamamını tek tek gözden geçirip baştan sona incelediler. Sonunda gözleri sihir ilmine rastlayınca mağaraya vekil tayin edilen cinnîleri sihirle etkisiz hale getirip şerlerinden emin oldular, bununla da yetinmeyip kitapları ezberlemiş olan bu cinnîleri kendi hizmetlerine aldılar. Daha sonra rahat bir şekilde bütün kitapları incelediler ve diledikleri kitaplardan o kadar çok nüshalar çıkardılar ki yazmak mümkün değil. Velhasıl yıl geçip sene başı olunca mağaranın kapısı açıldı ve yine bütün istekliler içeri girmeye başlayınca Ebû Ali ile Ebû’l-Hâris mağaradan darma dağınık, saçları zenci saçı gibi birbirine girmiş bir şekilde dışarı çıktılar.

Derviş Hasan Medhî “Tılsımlı Mağara”, Esrâr-ı Hikmet (Hikâye-i Ebû Ali Sînâ ve Ebû’l-Hâris), Milli Kütüphane, 06 Mil. Yz. A.8125, v. 18a-20b. 
Harf Çevirisi: Vahit Türk

Oğuz-nâme: Reşîdüddîn

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Arap-Acem-Türk-Ermeni Dört Kişinin Bir Nesne için Çekişmeleri: Âşık Paşa

Âşık Paşa (ö. 1332), Horasan’dan Anadolu’ya gelen ve burada dinî, tasavvufî ve siyasî olarak etkin bir rol üstlenen Şeyh Baba İlyas’ın torunudur. Asıl adı Ali, mahlası Âşık olan Âşık Paşa, 1272’de Kırşehir’de dünyaya gelmiş; bazı siyasî hadiseler nedeniyle bir süre Mısır’da bulunmuş; 1332 yılında Kırşehir’de vefat etmiştir. Şairliği ve sûfî kimliğiyle Türk halkının zihninde yüzyıllarca yaşayan Âşık Paşa, Kırşehirli Süleyman ve Şeyh Osman’dan aldığı güçlü eğitimle Arapça ve Farsçaya hâkimdir. Çeşitli ilimlerle ilgilenmiş, ait olduğu Doğu medeniyetinin insana ve dünyaya bakış açısını iyi etüt etmiş bir düşünce adamıdır. Çoğunluk Sünni İslam anlayışının duyarlıklarını aksettiren eserlerinde, Mevlâna’nın da derin tesiri görülür. Arapça ve Farsçanın gayet etkili olduğu bir dönemde geliştirdiği Türkçe bilincini, şaheseri Garib-nâme ile ortaya koymuştur. 12.000 beyitlik eser, 1330 yılında aruzun fâilâtün / fâilâtün / fâilün kalıbıyla kaleme alınmıştır. Dinî, tasavvufî ve didaktik mahiyetli Garib-nâme, on kısımdan oluşur. Birinci kısım vahdete, ikinci kısım ruh ve vücuda, üçüncü kısım mazi, hal ve istikbale, dördüncü kısım dört unsura, beşinci kısım beş duyu organına, altıncı kısım yaratılışın altı gününe, yedinci kısım yedi kat göğe, sekizinci kısım sekiz cennete, dokuzuncu kısım nefese, onuncu kısım da on meseleye ayrılmıştır. Her kısım, ele aldığı konuyla ilgili on destan içermektedir. Garib-nâme, sade ve akıcı Türkçesi sebebiyle halk tarafından çok sevilmiş, yazıldığı günden beri dinî-tasavvufî mahfillerde okunagelmiştir.

(…) 
Evvel zamanda dört kişi yoldaş olup yola düştüler. 
Bunların biri Arap, biri Acem, biri Türk; öteki yoldaşları da bir Ermeni idi. 
Birbirlerinin dilini bilmediklerinden; birinin dediğini öteki anlamazdı. 
Tesadüfen yoldaş oldular, giderken bir akçe buldular. 
O parayı alıp gidince; vardıkları yerde ne yaptıklarını bir işit.
Orada türlü nimetlerle dolu bir şehir vardı. 
Bunlar şehrin kıyısında mola verdiler; çok yorulmuşlardı, iyice dinlendiler. 
Bir zaman sonra nefisleri kabardı; karınları aç olduğundan, her biri bir şey söyledi. 
Birbirlerine; o akçe nerede, getirin onunla yiyecek alalım dediler. 
Parayı ortaya koydular; her birinin gönlü bir şey istiyordu. 
Herkes dilinin döndüğü kadarı ile nefsinin ne istediğini söyledi.
Dilleri farklı, fakat istekleri bir idi; her birinin ne söylediğini bir dinle. 
İlk defa Arap konuştu ve; ey arkadaşlar üzüm alın gelin dedi. 
Acem de; bununla üzüm alalım, oturup onu güzelce yiyelim dedi. 
Ermeni ise (Ermeni diliyle); ben üzüm isterim, eğer üzüm alırsanız... diyordu.
Türkmen (Türk diliyle); bu küçük sözleri bir yana bırakalım, üzüm alın da yiyelim diye söylüyordu. 
Birbirinin ne dediğini bilmiyor; ötekinin söylediğini beriki işitip anlamıyordu. 
Hepsi dövüş için ayağa kalkıp; birbirlerini yumruklamaya başladılar. 
Halk bunların kavgasını işitince; toplanıp hadisenin nereye varacağını görmeye çalıştı. 
Hey, bu hâliniz nedir, niçin dövüşüyorsunuz diye bağırdılar. 
Bunlar yine kendi dilleri ile söyleyip; hâllerini halka anlattılar. 
Halk bunların sözlerini işitti; fakat hâllerini anlamadı. 
Orada bütün insanların gönlüne tercüman olan, herkesi anlayan biri vardı. 
Allah ona çeşitli dilleri öğrenmeyi nasip etmişti; olup bitenler ona apaçık görünüyordu. 
O bunların dillerini ve her birinin ne istediğini yakından biliyordu.
Öne çıkıp aman dövüşmeyiniz; sabrediniz ve birbirinize düşmeyiniz; 
O parayı bana veriniz; ben arzunuzu yerine getireyim de, gönlünüz hoş olsun dedi. 
Sonra parayı alıp bahçeye gitti ve o bir akçeye üzüm aldı. 
Üzümü getirip önlerine koydu ve hepsinin derdine ilâç oldu. 
Her biri muradına erdi, sevinerek avunup hoş vakit geçirdi. 
Hepsinin dileği yerine geldi; hiçbirinde ufacık bir intikam düşüncesi kalmadı. 
Çünkü dördünün de istediği aynı şeydi; dertlerinin merhemi bir yerde bulunuyordu. 
Bu dövüş ve kavgaya sebep, birbirlerinin dillerini bilmemeleri idi. 
Bilmeyen için dövüş ve çekişme vardır; kim bilirse, işler yavaş da olsa yapılır. 
Bu, dünyadaki insanlar için bir örnek olduğu gibi, yolcu için de bir delil ve şahittir. 
Zaten bütün yaratılmışların yaratanı birdir, onların isteklerini de o yerine getirir. 
İnsanların görmesini sağlayan ışık da bir güneştendir; bütün halkın hayatı da tek bir emirdendir. 
Suret, yüz binlerce de olsa, hayat birdir; bu, suyun binlerce bitkiye dirilik sağlamasına benzer. 
Sen yüz bin bardağı da kırsan; kırınca suyun yine aynı olduğunu görürsün. 
Bir yerde yanan bin mum da olsa; kapları başka başkadır ama ışıkları birdir.
Üzümün de rengi farklıdır, fakat suyu aynıdır; bu şarap olursa, huyları da benzer.
Rüzgâr denizde esince binlerce dalga ortaya çıkar; kesilip dinince ortada yine deniz kalır ve dalgalar kaybolur. 
Güneş yüz bin bacadan da inse; batınca, yine yalnız baca kalır. 
Yıla bakınca üç yüz altmış günden meydana gelir; ancak her gelen gün birbirine benzer. 
Her günün bir adı olduğu gibi sürdüğü bir hükmü de vardır; hepsinde gelip giden, görünen, hepsini aydınlatan tek bir güneştir. 
Her bir gün hüküm içinde bir adla anılır; asıl söz konusu olunca bütün hükümler ortadan kalkar. 
Bütün bu varlıkların hepsi aynı yerdendir; fakat yaratılanlar çeşitli şekillerde görünmüşlerdir. 
Her birinin bilgisi farklı farklıdır; her bilgiden kastedilen de Allah’tır, 
Yetmiş iki milletin kastettiği, istediği, sevgilisi ve taptığı da Allah’tır. 
Dillerinin farklı olmasından ne çıkar; hâlleri eksik, artık da olsa; 
Hepsi o kapıya muhtaçtır; tokuz diyenlerin tamamı orada açtır. 
Maksat birdir, bire bağlanmalıdır; bize düşen de bir olup fitneden uzak olmaktır. 
Kim ikilikte kalır, fitne ve kargaşa çıkarırsa; yarın Allah’ın huzuruna günahkâr gelecektir. 
Ey Âşık! Sen bu işi bilip gönüllerin istediğine kavuştun ise; 
Hiç kimse ile ayrılığa düşme; zengin fakir, herkesle iyi yaşa ve hoş geçin. 
Sonunda Hakkın istediği birliğe ulaşacak; velilerin kavuştuğu meclise dahil olacaksın.

Âşık Paşa 2000. “(Arap, Acem, Türk, Ermeni) Dört Kişinin Bir Nesne İçin Çekişmelerini Anlatır”, Garib-nâme (Tıpkıbasım, karşılaştırmalı metin ve aktarma), haz. Kemal Yavuz, İstanbul: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 139–151.

Artûhî’nin Düğünü: Mevlânâ ibni Alâ

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Anadolu Evliyalarının Öncüleri: Ebü’l-Hayr-ı Rûmî

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.