3. Dinî-Tasavvufi Edebiyat

Her toplumda olduğu gibi, geniş kitleleri öğrenim görmemiş Türk toplumunun, dini bilgileri gelenekten, özellikle de dini ve tasavvufi edebiyattan kazandığı söylenebilir. İslam dini ve ahlâkının temel kavramları nasihatler, sohbetler, kıssalar ve şiirlerle geniş kitlelere ulaştırılabilmiştir.

Hikâye-i Geyik

Dinî Türk halk hikâyelerinden olan Hikâye-i Geyik, asırlar boyu toplantı ve sohbetlerde anlatılan veya yüzüne okunan metinlerden biridir. Bu hikâye ve benzerleri olan Güvercin Hikâyesi ile Deve Hikâyesi’ne ayrı yazma ve basmalarda rastlanmakla beraber, daha çok Hikâye-i Mevlidü’n-Nebi adıyla anılan yazma veya taşbasması eserlerde görülürler. Aruz vezniyle söylenen ve 100 beyit civarında olan Geyik Hikâyesi’nin mensur örneklerine Türk edebiyatında tesadüf edilmez. Hz. Muhammed’in yüceliğinin ve hayvan sevgisinin vurgulandığı Hikâye-i Geyik’te âdeta geyik soyuna kutsiyet kazandırılmıştır. Eldeki metnin kimin tarafından ve ne zaman nazmedildiği bilinmemekle birlikte, halk hafızasındaki Geyik Hikâyesi’nin, Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesi süreciyle yaşıt olduğu tahmin edilebilir.

Bismillah’ın lütfuna ve keremine sığınarak söze yine Allah diye başladım. 
Mustafa’nın mucizesini söyleyeyim, dinlersen ben sana açıklayayım. 
Yaradılmışın serveri olan ve Tanrı’nın peygamberi gör neler yaptı. 
O din serveri ve rehberi bir gün mescidinde sabah namazını kıldı.
(Namazdan sonra) Mihraba yaslanarak ümmetine vâz u nasihat etmeye başladı. 
Karşıdan gördüler (ki) kırk atlı hızlı ve gayet heybetli gelmektedir. 
Hiçbir engel tanımadan hoşgörüsüz bir şekilde mescidin kapısına kadar geldiler. 
Mescide girip selam vererek hepsi saf saf olup durdular.
Bizim dinimize bâtıl diyen Muhammed’i bize gösterin, dediler. 
O kimdir ki putlara bâtıl diye ve halk içinde böyle bir iddiada buluna. 
Ömer: Ya Resul, ben karşılarına çıkıp hepsini kamçım ile yoğurayım, dedi. 
Ali: Ya Resul, ben karşılarına çıkıp Zülfikar ile hepsini kılıçtan geçireyim, dedi. 
Resul: Sabredin bir göreyim, dilekleri nedir bir kere sorayım, dedi. 
Ola ki benim sözüme inanıp mucizeler görüp Müslüman olalar. 
Resul: Dileğiniz nedir, beyiniz ileri gelsin otursun, dedi.
Biz gelip oturmayız, bir dem bile karşınızda durmayız.
Eğer sözünün içinde yalan yoksa bize peygamberliğini göster, dediler. 
Böyle konuşurken Hz. Muhammed baktı ve gördüğünden derin bir üzüntü duydu. 
Bir geyiği ata bağlamışlar, bunu görünce şaşkınlık içinde kaldı. 
Resul dedi ki: Çözün geyik söylesin, peygamberliğimi size açıklasın. 
(Onların beyi dedi ki) İstiyor ki hile ile geyiğimizi ala, niyeti bize sihirbazlık, büyücülük yapa. 
(Biz bu geyiği) Kırk kişi ile avlayarak tutmuşuz, bir gece de dışarıda yatmışız.
Resul dedi ki: Hele siz onu çözün, yeri göğü yaradanı söylesin. 
Bağlı yerden geyiciği aldılar, Mustafa’nın huzuruna geldiler. 
Dediler ki: Ne sözün varsa söyle, peygamberliğini bize açıkla. 
(Mustafa) Hemen boğazını çözün, peygamberliğimi size anlatsın. 
Müşrikler, çözersek geyiğimiz kaçar, iki kere zıplasa bir geçidi aşar. 
Resul dedi ki: Sözümü tutun, çözün; geyiğiniz kaçarsa beni tutun. 
Kâfirler bu karara razı olup geyiğin boğazını çözdüler. 
Allah lütfundan geyiğe dil verdi; (siz dinleyenler) salavat getirin, (geyiğin) ne dediğini size söyleyeyim. 
Tanrı birdir, sen şüphesiz Resul’sün; yerde gökte bu söz açık bir şekilde duyuldu. 
Bu dünyada kim ki seni hak Nebi bildi, yarın bedeni ateşte yanmaktan kurtulacak. 
Kim ki senin kararlarına uyarsa, yeri cennet, arkadaşı cennet bekçisi Rıdvan ola.
Ben gelip Mekke dağında kuzuladım; iki kuzucuk doğurdum, gizledim.
Erkenden ot otlamaya çıkarak geri dönüp kuzularımı sütleyecektim. 
Bu kâfirler beni avladılar, dört yanımı sarıp beni bağladılar. 
Şimdi ben derin bir üzüntü içindeyim, o iki yavruyu neyleyeyim?
Dişleri bitmedi (ki), ot otlayalar, o ıssız dağda yavrular ne yapsın?
Ya Resul, bana yardım et bugün; yüreğimin derdine derman ol bugün. 
Mustafa bu sözleri işitince mübarek gözleri yaşla doldu. 
Resul kâfirlere dedi ki sözümü tutun, geyiği bana bağışlayın ya satın. 
Ya benim kefil olmamı kabul edin, eğer geyik gelmezse benden bahasını iki misli alın.
Kâfirler dediler ki: Neyimiz eksik ki geyiği satalım? 
Eğer sen kefil olursan biz kabul ederiz.
Yani geyiğimiz gelmezse bil ki biz mutlaka seni öldürürüz. 
Resul’ün o zaman razı olduğunu gördüler ve ikindiye kadar anlaştılar. 
Bu anlaşma sağlandıktan sonra, geyiği salıverdiler.
Geyik büyük bir üzüntü içinde oradan çıktı ve yola girdi, kuzularından ayrılana çok yazık! 
(Geyik) dağ taş, dere tepe demeden geçti, yaş yerine gözlerinden kan saçtı. 
Kavuştu (yavrularına) ve dedi ki: Ey körpe iki kuzu! Nasılsınız? Hele hâlinizi sorayım. 
Ey iki körpe kuzum gelin! Şimdi bilin ki siz anasız kaldınız. 
Yavrular sordular: Ana canına ne oldu?
Senin diline böyle sözler gelmezdi. 
Geyik dedi ki: Kâfire tutulmuşum, Hak Resul’ünü kefil vermişim. 
Bu sözü duyunca ağlaştılar, analarıyla bir zaman meleştiler. 
(Yavrular) dediler ki: Sütün biz haram oldu, bizden Resul’e selam götüresin. 
Geyik dedi ki: Ben gidiyorum, Yaradan sizin elinizden tutup size yardımcı olsun.
O kâfirlerin beyi adam gönderip tembihleyerek: Geyiğin yoluna tuzak kurun, demişti. 
Geyik tuzak içinde kalarak (Allah’a) yalvardı, Allah Cebrâil’e buyurdu. 
Hemen yetiş, geyiği getir dedi; Tuzağıyla Ahmed’e yetir dedi. 
Geyik hemen ortaya gelerek Allah dedi, ya Resulullah hâlimi gör dedi. 
Siz geç kaldığım için beni ayıplamayın, size benim geç kalmamın sebebi malumdur. 
O Yahudiler geyiğin geldiğini görünce Mustafa’nın önüne gelip özür dilediler. 
Kırk kişi o an Müslüman oldu, küfrü koyup iman ehli oldu.
Mustafa ashabı ile şad oldu, hepsi endişeden kurtuldu.
Geyiği tekrar yerine gönderdiler, Yahudileri Hak dine döndürdüler. 
Burada tamam olsun bu kelam, Mustafa’ya salavat ver vesselam. 
Okuyanı, dinleyeni, yazanı; rahmetinle bağışla sen ya Gani.

“Hikâye-i Geyik”, Dînî Türk Halk Hikâyelerinden Geyik, Güvercin ve Deve Hikâyeleri-Kaynakları ve Metin Tesisi, 1993. haz. Nurettin Albayrak, İstanbul: MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü (basılmamış yüksek lisans tezi), s. 94–109.

Hikmetler: Hoca Ahmed-i Yesevî

Ahmed-i Yesevî (ö. 1166), bir Türk sufisi tarafından kurulmuş ilk büyük tarikat olan Yeseviyye’nin kurucusudur. “Pîr-i Türkistan” lakabıyla meşhur Hoca Ahmed-i Yesevî’nin, kendisine isnat edilen Fakrnâme isimli eserden hareketle 1093 yılı civarında dünyaya geldiği ve 1166 yılında vefat ettiği kabul edilmektedir. Tarihî şahsiyeti Türk milletinin hafızasında menkıbelerle karıştığından hayatı hakkında kesin bilgiler mevcut değildir. Batı Türkistan’daki Sayram kasabasında doğmuştur. İlk eğitimini babasından almış, daha sonra Buhara’ya giderek tahsiline devam etmiş, tahsilini tamamlamasının ardından ömrünün sonuna kadar talim ve irşat vazifelerini yerine getirmiştir. Ahmed Yesevî’yi ölümsüz kılan vasfı, İslamiyet’e gönülden bağlanan göçebe Türklere bu dinin gereklerini onların anlayacağı dilde ve şekilde izah edebilme başarısıdır. Önceleri şifahî olarak yayılan, daha sonra yazıya geçirilen ve bu yüzden içine müritlerinin de şiirlerinin karışması muhtemel olan Dîvân-ı Hikmet, onun halk şiirinin tarihî ifadesine uygun bir şekilde tabiî ve sade bir Türkçeyle söylediği şiirlerini ihtiva eden eseridir. Dörtlükler halindeki bu şiirlerin bir kısmında aruz vezni kullanılmışsa da bu şiirler çoğunlukla 7’li ve 12’li hece vezniyle söylenmiştir. Çoğu redifli olan bu şiirler yine halk şiirine uygun olarak yarım kafiyeyle kafiyelenmişlerdir. Bu şiirler dinî özelliklerinin yanında millî karakterleriyle de Türk milletinin hafızasında yüzyıllarca yaşamış, onları dinî ve milli bir çizgide birleştirmede büyük rol oynamıştır.

Hikmet

Aşkın kıldı şeydâ beni, cümle âlem bildi beni,
Kaygım sensin dünü günü, bana sen gereksin sen.

Taâla’llah zihî ma’nî, sen yarattın cism ve canı, 
Kulluk kılsam dünü günü, bana sen gereksin sen.

Gözüm açtım seni gördüm, hep gönülü sana verdim, 
Akraba terkini kıldım, bana sen gereksin sen.

Söylesem ben dilimdesin, gözlesem ben gözümdesin, 
Gönlümde hem canımdasın, bana sen gereksin sen.

Feda olsun sana canım, döker olsan benim kanım, 
Ben kulunum sen sultanım, bana sen gereksin sen.

Âlimlere kitap gerek, sûfilere mescit gerek, 
Mecnunlara Leylâ gerek, bana sen gereksin sen.

Gafillere dünya, gerek, âkillere ukba gerek, 
Vaizlere minber gerek, bana sen gereksin sen.

Âlem tamam cennet olsa, hep huriler karşı gelse, 
Allâh bana nasip kılsa, bana sen gereksin sen.

Cennete girem cevlan kılam, ne hûrlara nazar kılam, 
Onu bunu ben ne kılam, bana sen gereksin sen.

Hâce Ahmed’dir benim adım, dünü günü yanar odum, 
İki cihanda ümidim, bana sen gereksin sen.

Hikmet

Hiç bilmedim nasıl geçti ömrüm benim; 
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?
Nasıl olacak, yola salsan ben âcizi; 
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?

Yolda çıkıp azışınız bilmedim ben; 
Hak sözünü kulağıma almadım ben; 
Bu dünyadan gidişimi bilmedim ben; 
Sorar olsa ben kul orda ne kılarım?
Göçenlerden ibret alıp yola girmeyip, 
Nevha, feryad kılarak tutuşup yanmayıp,
Gece gündüz yürümüşüm kendimi bilmeyip; 
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?

Canın çıkıp tenin yatar dar lahidde; 
Sorucular gelip sorsa o halette;
Akar yaşım, gider aklım o vakitte;
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?

Gafillikte yürüdün sen it gibi gezip; 
Tenin yatar dar lahidde pek çok şişip; 
İş kılmadın sen Tanrı’ya göğsünü deşip; 
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?

Kul Hâce Ahmed, bu dünyada tevbe kıl sen; 
Tevbe kılıp yol başına varıp dur sen;
Seçkin kullar gibi azık alıp yürü sen; 
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?

Hikmet

Aşk ateşini gizli tutup saklar idim,
Canımı yakıp, yürek bağrımı kebap etti. 
Pirden yardım olmaz olsa, şimdi bana,
Bu dert bizi dostlar hadsiz harap etti.

Aşk sırrını her nâmerde demek olmaz; 
Nice yaksan, rüzgârlı yerde çerağ yanmaz; 
Yolunu bulan, merdanları bilmek olmaz;
Ağlaya ağlaya gözyaşını habab etti,

Gerçek âşıklar geçer imiş canını atıp, 
Edhem gibi yağmaya verip malını atıp,
Hû Hû diye Hak zikrini deyip, hoşlanıp, 
İman tasdik kılıp bağrını kebap etti.

İbret al sen yola giren merdanlardan;
Canı cana ekleyerek yürüyenlerden; 
Yolu sorup yoldan emin varanlardan;
Öyle kullar halini hadsiz harap etti,

Kul Hâce Ahmed, nefs dağından çıkıp aştı; 
Yürek bağrı coşarak kaynayıp taştı; 
Allah’a hamd olsun, yolunu bulup yakınlaştı; 
İç kanından kendi kendine kebap etti.

Ahmed-i Yesevî 1983. “Hikmetler”, Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler, çev. Kemal Eraslan, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 326–327, 252–255, 256–257.

Dünya, İnsan ve Erdem Hakkında: Edip Ahmet

Edip Ahmet’in kişiliği, hayat hikâyesi ve hatta yaşadığı devir ile yer hakkında bile açık bir bilgiye sahip değiliz. Yazar, Atebetü’l-Hakayık’ın 469. dizesinde “Adım Edib Ahmed, sözüm edep ve nasihattir” diyerek adını kaydetmiştir. Esere sonradan eklenmiş ve kime ait olduğu bilinmeyen bir dörtlükte kör olduğu ve Emir Seyfettin’e ait dörtlükte ise, kendisinin “edipler edibi, fazıllar başı” olduğu belirtilmiştir. Yine esere sonradan eklenmiş Arslan Hoca Tarhan’a ait on beyitlik manzumede, memleketinin safâlı ve gönülleri okşayan güzel Yüknek olup, babasının Mahmut Yüknekî adı ile bilindiği ve eserini “Kâşgar dilinde”, yani eski yazı dilinde, kaleme almış bulunduğu yazılıdır. Ali Şir Nevâyî, Nesâyimü’l-Mahabbe adlı eserinde şair hakkında; onu Bağdat civarında yaşamış ve İmam-ı Azam’ın öğrenciliğini yapmış gibi gösteren, daha çok efsaneleşmiş olan bir rivayeti naklettikten sonra, kendisinin Türkçe vaaz ve nasihat kabilinden manzumeler söylediğini, hikmet ve nüktelerinin Türk ülkelerinin çoğunda yazılmış olduğunu kaydederek, ona ait olduğu zannedilen bazı parçalar nakletmektedir. Rivayetlere göre Arapça ve Farsça bilen, tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerde vukuf sahibi bir müelliftir. “Hakikatlerin eşiği” anlamına gelen Atebetü’l-Hakâyık’ın nerede ve ne zaman kaleme alındığı bilinmemektedir. Manzum olarak aruz vezniyle yazılan eserde, birtakım dinî ve ahlakî esaslar, ayet ve hadislerle desteklenmek suretiyle sade bir dille verilmiştir. Eser, on dört bölüm ve 101 dörtlükten oluşur. Konuları arasında dünya malına düşkün olmamak, kötü söz söylememenin önemi, bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı, alçakgönüllülük ve kibir gibi İslam geleneğine mal olmuş esaslar vardır.

Dünyanın Dönekliği Hakkında

Bu dünya konup göçmek için bir kervansaraydır; insan kervansaraya geçmek için iner. Kervanın başı kalkmış ve yolu tutarak uzaklaşmıştır; başı kalkmış olan kervan daha ne kadar gecikebilir?

Bu dünya arkasından koşmak niçin? Hasis, maldan ötürü koşar, sen kendini tut. Mala bu kadar gönül bağlamak neden? Bu mal sabah gelirse, akşam yine gider.

Mal hırsını gönülden çıkar, giyim ve karın tokluğu ile iktifa et (yetin). Fakirlik, yarının azığının yokluğudur, mal yokluğuna fakirlik deme.

Bu dünya malından yiyeceğin ve giyeceğin kadarını al; fazlasını isteme, fazlası yüklenilecek vebaldir. Resûl, dünya için, tarladır demiş; tarlada çalış çabala ve iyilik ek.

Bu dünya lezzet bâkî değildir; zevk müddeti, yel geçer gibi geçer; genç, ihtiyarlar ve yeni eskir; kuvvetli göçer, kuvveti gider.

Dünya malı bugün var, yarın yok; benim dediğin mal başkalarının kısmetidir. Her dolan azalır, her tam eksilir; her mamurluğun sonu harap olmaktır.

Halkına dar gelen ne kadar yer vardı; halkı gitti, yalnız onların boş yeri kaldı. Ne kadar âlim, nice filozof vardı; bugün onlar hani, binde biri bile yok.

Dünya gülümser, fakat yine alın buruşturur ve kaş çatar; bir elinde bal tutup, birinde zehir saklar; önce baldan tattırarak, ağzı tatlandırır; biraz sonra kadehe zehir katarak sunar. Eğer tatlı tattın ise acıya hazır ol; rahat, birer birer gelirse, zahmet onar onar gelir. Ey gam karışmamış sürûr (mutluluk) uman, bu dünya ne zaman ümit yeri olmuştur?

Bu dünya yılan gibidir, yılanı oklamak lazımdır; o el ile yoklanırsa, yumuşaktır; fakat içi zehir doludur. Yılan yumuşak olduğu halde, kötülük yapar; ondan uzak durmalı ve yumuşak diye yanılıp tutmamalı.

Bu dünyanın da dıştan görünüşü güzeldir, fakat içinde binlerce nâhoşluk vardır; bakıp, dış süsünü görerek senin ona gönül bağlaman, bil ki, hataların başıdır.

Dünya bazen peçesini kaldırır ve yüzünü açar; kucaklayacak gibi kollarını açar, fakat hemen kaçar. Baht yaz bulutu gibidir veya rüya gibi boştur; durmadan geçer veya kuş gibi uçar.

Cömertliğin Medhi ve Hasisliğin Zemmi (Yerilmesi) Hakkında

Ey dost, bilgilinin izini takip et; eğer söz söylersen, sözü bilerek söyle; översen cömert adamı öv, hasise (cimriye) kuvvetli yay ve ok ile nişan al. Bütün diller cömert adamın medhini (övgüsünü) söyler; cömertlik bütün ayıpların kirini temizler. Cömert ol, sana söz, sövgü gelmesin; sövme gelecek yolu cömertlik kapatır.

Eğilmez gönülü cömert adam eğer; erişilmez murada cömert adam erişir. Hasisliği (cimriliği) öven dil hani, nerede? Cömertliği âm (avam), hâs (önde gelenler), bütün halk över.

Cömert adam bilgiyi yedebildi (izleyebildi), bak. Malını onunla sattı ve senâ (övgü) aldı, muhtaçların yardımcısı olarak yaşadı; bak dünyada iyi ad bırakıp gitti.

Hasis, haram ile çok altın ve gümüş topladı, vebal yüklenerek ve üstelik bir de söğüş (sövgü) alarak gitti; malı başkaları arasında pay edildi, hasis bunda yalnız pişmanlıktan hisse aldı.

Ey mal sahibi iyi ve cömert adam, Tanrı sana verdi ise, sen de ver. Yerilen ve sövülen kimse, toplayıp da vermeyendir, toplar da verirsen, toplayabildiğin kadar topla.

Tabiatların en iyisi ve âdetlerin ayıplanmayanı cömertliktir; bil ki, hasislik bunların en çirkinidir. Ellerin en kutlusu veren eldir; alıp da vermeyen el ellerin kutsuzudur.

Hasislik ilaç ile iyileşmez bir hastalıktır; hasisin eli vermekten yana çok sıkıdır. Aç gözlü hasisin gönlü toplamakla doymaz, o, malın kuludur ve malı ona hâkimdir.

Bu halk arasında en iyi adam, cömert adamdır; cömertlik şeref, ikbal ve cemâli (güzelliği) artırır; insanlar arasında sevilmek istersen, cömert ol, cömertlik seni sevdirir.

Hasis alçak, hain ve malının bekçisidir; toplar, fakat yemez, içmez ve onu sıkı tutar; sağlığında dostuna tuz bile tattırmaz; ölür, malı kalır ve sonunda düşmanı yer.

Tevazu ve Kibir Hakkında

Sana lüzumlu bir sözüm daha var, bana kulak ver onu sana söyleyeyim; o söz şudur; kibri yere çalıp, tevazuyu sıkı tut ve ona kuvvetle sarıl.

Kibir bütün dillerde yerilen bir huydur; huyların iyisi, alçak gönüllülüktür; ululuk taslayan ve benim diyen kimseyi ne Tanrı ve ne de kul sever.

Dünya malını kazananların hepsi onu yiyemeden gitti, hallerini görün; karısı başka bir erkek ile kalıp, onun yanında yatarak vücudunu verir.

Kibir libasını (giysisini) giydin ise, derhal çıkar; halka karşı göğüs kabarttın ise, dilini derhal düzelt. Müminlik nişanı (göstergesi) tevazudur; eğer mümin isen, mütevazı ol.

Tevazu göstereni Tanrı yükseltir, kibirli olanı aşağı atar; ululuk taslama, sakın, ula yalnız Tanrı’dır. O, “ululuk benimdir, siz üzerinize almayın” dedi.

Ululuk taslaman ve ululuğa doğru el uzatman maldan dolayı ise, malın faydası nedir ki; kendin çıplak gidersin, sepet ve sandığın burada geride kalır.

Eğer kibir sahibi: -“Ben asilim”- diyorsa, ben onun kesin cevabını hemen vereyim; insanlar, ana baba bir kardeştirler; iyice araştırılırsa, aralarında bir fark yoktur.

Edip Ahmet B. Mahmut Yüknekî 1992. “Dünyanın Dönekliği Hakkında, Cömertliğin Medhi ve Hasisliğin Zemmi Hakkında, Tevazu ve Kibir Hakkında”, Atebetü’l-Hakayık, çev. Reşid Rahmeti Arat, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 89–93.

Sohbet: İslâm

Muînü’l-Mürîd’in müellifi hakkında kaynaklar fazla bilgi vermez. Mu’inü’l-Mürîd, Arapça bilmeyen Türkmenlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere dinî ve tasavvufî bilgiler arz eden bir eserdir. 1313 yılında yazıldığı bilinen eser, dil bakımından Harezm Türkçesi özelliklerine sahiptir. Hakkında ilk bilgileri Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime’sinden edindiğimiz Muînü’l-Mürîd, talik hatla kaleme alınmış 407 dörtlükten ibarettir. Eserin muhteviyatında iman, vaaz, nasihat, namaz, abdest, oruç, zekât, tasavvuf, tarikat, sohbet, adab, şeriat, marifet, hakikat, nefs, kalb, zikr ve seyr-i sülûk gibi dinî-tasavvufî konular vardır. Metin, edebî kıymetinden ziyade öğretici vasfıyla dikkat çekmektedir. Türk edebiyatı bakımından önemi, baştanbaşa, milli nazım birimi olan dörtlüklerle kaleme alınmış olmasıdır. Kutadgu Bilig ve Atabetü’l-Hakâyık ile aynı vezinde, fakat baştan sona dörtlüklerle yazılmış olan eser, İslamiyet’i kabulümüzden sonra da milli zevkin ve şuurun devam ettiğinin bir ispatı olarak nitelenebilir. Tıpkı Dîvân-ı Hikmet’te olduğu gibi didaktik ve faydacı bir endişeyle kaleme alınan eserde, okuyucu kitlesinin bildiği, tanıdığı ve bu yüzden alışık olduğu bir nazım biriminin kullanılması hem eserin yazılış amacını tamamlayan bir vesile olmuş, hem de eserin uzun yıllar boyunca varlığını sürdürebilmesine imkân tanımıştır. Türkmenler tarafından yüzyıllarca ilgiyle okunan eserin bilinen tek nüshası Bursa Kütüphanesi’ndedir.

Eğer tarikatta sohbet edeyim, bunun hakikatini bileyim, o benimle olsun, ben onunla olayım dersen, ikinizin dileğinin aynı olması gerekir.

Birincisi dilek birliği, ikincisi ilgidir. Eğer bu ikisi birlikte olursa o sohbettir. Eğer bunlardan birisi eksik olursa bu avamın âdetidir ve başka türlü dostluktur.

Bu tür dostluk, avamın ve hayvanların işidir. Oturup sohbet etmek ise aydınların işidir. Konuşmayı bilebilse dahi tamam olmaz, çünkü istediğinde sorup cevap alma imkânı yoktur.

Bir söz söylemek için, kemik ve zar eritmek gerekir. Bu yolda sana bir ün, şöhret açılsa, binlerce ağı yutmak gerek. Sonra dost yönünden nişan açılacaktır.

Bil ki, bu parlak yol töhmettir. Bununla birçok kişi makama ulaşır. Gerçekten bu yolda yürüyen kınama eziyetinden nasıl korkar?

Kınama, dost gönlünün panzehridir. Eğer bunu dışlasalar daha iyidir. Fakat nefse rahat, izzet ve makam gerekir. Ona kahret, çünkü o şeytanın ortağıdır.

Şeriat yükünü çek ve dosdoğru yürü. Kulağın tarikat sesini işitecek. Kendinden geçerek varıp istediğinde bu hakikat yönü sana açılacaktır.

Bakarsan, bunun yönü yönsüz gibidir. Fakat oraya varıp içine girdiğin ve namaz, oruç, ibadet gibi zahitlik yoluna muhabbet ateşini çakıp yaktığın zaman bu yön açılır.

Muhabbetin ateşi bağır yakar, fakat kabul edilme onurunu giydirir. Bilin ki, haramdan kaçınma, züht ve takva candır. İlme amel uyduran kişi insandır…

Bu ilim ve amele inanmayan insan makam menziline ulaşamaz Allah kimi severse saadet onundur. Sonunda doğru yoldan çıkmayan insan, insandır.

İbadet, haramdan sakınma, züht ve takva -birer- örtüdür (engeldir). Birçok insan bunlarla harap olur. Aydınlık ve karanlık engelini geçip görünüz; çünkü çok su düşünen serap bulur.

326. Her türlü ibadet tamamen surettir (dış görünüştür). Doğruluk ve ihlas onun için sirettir (iç görünüştür). Gerçek sıkıntı ve yalvarma candır, ibadet ise vücuttur. Hilat bununla birlikte olduğunda kabul edilir...

Safa, doğruluk ve sohbet gönlü açar. Kişi ondan ışık alıp melek gibi uçar. Akıl ve idrak gidip anlayış yetişerek o makamı görüp bu makamdan göçer.

Sen gerçekten Allah’ı bilebilirsen, Allah’tan başka bir imkânsızı isteyebilirsen, Allah’ın nuruyla dolabilirsen, Allah sözünden başka her şeyi gönlünden çıkar.

Beyaz üzerine nurdan yazı yazılmış. Birçok zeki kişi bunu okuyup anlayamaz. Söyle, ne kadar iyi bilenmiş ve keskin olursa olsun, bıçak kendi kendini keser mi?

Sana senden başka bir terbiyeci gerekir. Öncelikle bilin ki, o akıldan daha uyanık (anlayışlı) değildir. Allah korkusuyla can ve yürek kendinden geçip aklı terk ederek hadis ve nassa uymalıdır.

Hadis ve nas sonsuza kadar bakidir. Bu akıl, can ve teni kavuşturandır. Bilin ki, birçok kişi için aklı bir köstektir. Cennet birçok delinin arzusudur.

Arif olan kişiler cennete bakmazlar. Onların gözü başka sırlarla dolmak ister. Halkın içinde en iyisi âşık kişidir. Sözlerin içinde en iyisi de aşk sözüdür…

338. Bu âlem bir kitaptır, bunu okumak gerek. Açık yazıya göz açıp bakmak gerek. Yüz güzelliği cihanda güneş ve aydan daha parlaktır, fakat kendi perdesinden (örtüsünden) çıkması gerekir.

Bil ki, sana, benliğin aşılamayan bir engeldir. Sen gidersen ben kararsız kalırım. Yolculuk gereksizdir, engel sensin. Bütün bunlar göçülmesi mümkün olmayan menzillerdir.

Ne istersen o sende vardır. Sen kendinden geçersen Allah hepsini verir. Bu dünyayı gece gündüz gezerek yürüse bile kendinden geçmeyen kişi dileğine eremez…

Oruç, ezan, namaz, rükû ve secde beyaz ipekten bir yığına benzeyen vücudunun huzurudur. Secde ve cömertlik vücudun içine girip gizlenerek yatmazsa, bil ki, bir fayda etmez.

Eğer bir kişinin gözü kendisini görmez de secde, cömertlik, bağış, hayır verip iyilik ederse, Allah haber verdi ki, temiz ve güzel bir söz onun hayrından daha iyidir.

İslâm 2008. “Sohbet”, Mu’înü’l-Mürîd, çev. Recep Toparlı-Mustafa Argunşah, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 185–188.

İlahîler: Yunus Emre

13. yüzyılın başlarında dünyaya geldiği ve 14. yüzyılın başlarına (1240?-1320?) kadar yaşadığı tahmin edilen Yunus Emre’nin Türk edebiyatında müstesna bir yeri vardır. Hayatı, hakkındaki menkıbelerle iç içe geçtiği için kesin bilgilere ulaşmak zordur. Orta Anadolu’da doğup büyüdüğü, Âşık Yunus ve Derviş Yunus mahlaslarını kullandığı rivayet edilmektedir. Tapduk Emre adlı bir şeyhe intisap etmiş, dinî-tasavvufî şiirler kaleme almıştır. Eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla derviş-meşrep bir Hak âşığı olan Yunus, iyi bir eğitim almıştır, ancak kaynaklarda “ümmî” olduğu rivayet edilir. Halk tarafından çok sevildiği için Anadolu’nun muhtelif yerlerinde mezarları vardır. Şiirlerinde yer yer aruz veznini kullansa da daha çok hece veznine yönelmiştir. Anadolu Türkçesinin müstakil bir yazı dili olarak gelişmesinde büyük payı olan Yunus Emre, tıpkı Hoca Ahmed-i Yesevî’nin yaptığı gibi halka İslamiyet’i ve tasavvufu onların anlayacağı bir dil ve üslupla anlatabilmiştir. Türkçe, Yunus’un dilinde canlı, kuvvetli ve lirik bir hüviyet kazanmıştır. Dinî ve tasavvufî ıstılahları Türkçeleştirmesi, bazı Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçenin yapısına uygun hâle getirmesi de Yunus’un başarısının sırlarındandır. Akıcı bir Türkçeyle meydana gelmiş divanından başka Risâletü’n-Nushiyye (Öğüt Risalesi) adlı bir eseri daha vardır. Yunus Emre’nin şiirleri, tasavvufî şerh geleneğinde sıkça ele alınmış, birçok şarih tarafından remiz, istiare ve teşbihler vasıtasıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Bu şiirler arasında en meşhuru ’çıktım erik dalına’ mısrasıyla başlayan manzumesidir.

Nutuk

Çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi 
Bostan ıssı geldi eydür uğurladun kozumı
(bostan assı: bahçenin sahibi; uğurladun: çaldın; koz: ceviz)

Uğurlayın yapdum ana bühtân eyledi bana 
Bir serçe geldi eydür kanı aldun kızumı

Andan kurtılımadum n’olduğumı bilmedüm 
Öküz ıssı geld’eydür boğazladun kazumı

Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynatdum 
Ne bu diyüp sorana bandum virdüm özini

İplik virdüm cullaha sardı yumak eyledi 
Becid haber gönderdi gelsün alsun bezini
(cullah: dokumacı; becid: çabuk, sık, çok)

Bir serçenün kanadın kırk kanlıya yükletdüm 
Çifti dahi çekmedi şöyle kaldı kazını
(kanlı: kağnı; kazını: yayılı, serili)

Bir küt ile güleşdüm elsüz ayağum aldı 
Şunı da basamadum köyündürdi özümi
(küt: kötürüm; basamadım: yenemedim; köyündürdi: yaktı)

Bir bağaya sataşdum gözsüz köpek yoldaşı 
Sordum haber virmedi Kaysarı’yadur azmi

Gözsüze fısıldadum sağır anı işitmiş 
Dilsüz çağırur eydür anlamadun sözimi

Bir sinek bir kartalı salladı yire urdı
Yalan degül girçekdür ben de gördüm tozını

Kaf dağından bir taşı şöyle atdılar bana 
Öylelik yola düşdi bozayazdı yüzümi

Balık kavağa çıkmış zift turşusın yimeğe 
Leklek koduk doğurmuş bak a şunun sözini
(leklek: leylek; koduk: sıpa)

Yunus Emre’nün sözi hiç sözlere benzemez 
Câhillerün ucından örtdi ma’nî yüzini

İlahî

’Aşk îmâm bize gönül cemâ’at 
Kıblemüz dost yüzüdür dâ’imdür salât

Dost yüzünü göricek şirk yağmalandı 
Anunçün kapuda kaldı şerî’at

Şerî’at eydür sakın şartı bırakma 
Şart ol kişiye kim eder hıyânet
(eydür: der)

Erenler nefesidür devletümüz 
Anunla fitneden olduk selâmet 

Yûnus ol kapuda kemine kuldur 
Ezelden ebede dekdür bu gurbet

Devriye

Aklun irerse sor bana ben evvelde kandayıdum
Dilerisen diyüvirem ezelî vatandayıdum 
(kandayıdum: neredeydim)

“Kâlû Belâ” söylenmedin tertîb düzen eylenmedin 
Hak’dan ayru degülidüm ol ulu dîvândayıdum
(“kâlû belâ”: “evet dediler”, ruhların elest meclisinde Tanrı’yla muhataplığına işaretir) 

Eyyûb’ıla derde esîr iniledüm çekdüm cezâ 
Belkîs’ıla taht üzere mühr-i Süleymân’dayıdum

Yûnus’ıla balık beni çekdi deme yutdı bile 
Zekeriyyâ’yıla kaçdum (bile) Nûh’ıla tûf’ândayıdum

İsmâ’île çaldum bıçak bıçak bana kâr etmedi 
Hak beni âzâd eyledi koçıla kurbândayıdum

Yûsuf ’ıla ben kuyıda yatdum cefâ çekdüm bile 
Ya’kûb’ıla çok ağladum bulınca figândayıdum
(bulunca: buluncaya dek)

Mi’râc gecesi Ahmed’ün döndürdüm ’Arş’da na’linin 
Üveys’ile urdum tacı Mansûr’la urgandayıdum

Alî’yile urdum kılıç Ömer’ile ’adl eyledüm 
Onsekiz yıl Kâf Dağı’nda Hamza’yla meydândayıdum

Ezelîden dilümde uş Tanrı birdür hakdur 
Resûl Bunı böyle bilüriken sanma ki gümândayıdum

Yire bünyâd urulmadın Âdem dünyâya gelmedin 
Öküz balık eylenmedin ben ezelî andayıdum

Yûnus senün ’âşık cânun ezelî ’âşıklarıla 
Mülke bünyâd urulmadın seyrân u cevlândayıdum
(cevlân: gezme, dolaşma)

İlahî

Hak Çalab’um Hak Çalab’um sencileyin yok Çalab’um 
Günâhlarumuz yarlıga ey rahmeti çok Çalab’um
(Çalab: Allâh; sencileyin: sana benzer; yarlıga: bağışla)

Kullar senün sen kullarun günâhları çok bunlarun 
Uçmağa koy bunları binsünler Burak Çalab’um
(uçmağa: cennete; Burak: mukaddes bir binit)

Ne sultân ne baylardasın ne köşk ü sarâylardasın 
Girdün miskînler gönline idindün turak Çalab’um
(baylardasın: zenginlerdesin)

Ne ilmüm var ne tâ’atüm ne gücüm [var] ne tâkatüm 
Meğer senden inâyetüm kılam yüzümü ak Çalab’um

Yarlıgagıl sen Yûnus’ı günâhlu kullarun-ıla 
Eger yarlıgamazısan key katı firâk Çalab’um
(key: çok; katı: acı, şiddetli, haşin)

İlahî

Bana namâz kılmaz dime ben bilürem namâzumı 
Kılurısam kılmazısam ol Hak bilür niyâzumı

Dostdan artuk kimse bilmez kâfir müselmân kimdügin 
Ben kıluram namâzumı Hak geçürürse nâzumı
(artuk: başka)

Ol nâz dergâhda geçer mânâ şarâbından içer 
Hicâbsuz cân gözin açar kendü siler dost gözümi
(hicâb: perde)

Dost bundadur bellü beyân dost dîdârın gördüm ayân 
İlm ü hikmet okuyanun buna degindür azimi
(azimi: gelişi, seferi)

Sözüm ma’nîsine irün bî-nişândan haber verün 
Derdlü ’âşıklara sorun benüm bu derdlü sözümi

Derd âşıkun dermânı[dur] derdlü ’âşıklar ganîdür 
Kâdir ü kudret ünidür der işidenler âvâzumı
(ün: ses)

Dost isteyen gelsün bana göstereyim dostı ana 
Budur sözüm önden sona ben bilürem kend’özümi
(kend’özümü: kendi özümü)

Yûnus imdi söyle Hak’ı münkir dutsun sana dakı 
Bişüp durur Hak’un hânı ârifler datsun duzumı
(dakı: dahi; hân: sofra)

İlahî

Yer gök yaradılmadan Hak bir gevher eyledi 
Nazar kıldı gevhere sığmadı devr eyledi

Gevherden buğ çıkar[dı] ol buğdan gök yaratdı 
Gökyüzinün bezegin çok ılduzlar eyledi
(buğ: buğu, buhar; bezegin: süsünü)

Göğe eytdi dön didi ay u gün yürisün didi 
Suyı mu’allak dutup üstini yer eyledi
(eytdi: dedi; mu’allak: asılı)

Yer çalkandı durmadı bir dem karâr kılmadı 
Yüce yüce dağları Hak çöksüler eyledi
(çöksüler: çiviler)

Azrâîl yere indi bir avuç toprak aldı 
Dört ferişte yoğurdı bir peygamber eyledi
(ferişte: melek)

Çün cân gövdeye girdi aksurdı turıgeldi 
El götürdi şol kadar Hakk’a şükür eyledi
(turıgeldi: kalktı, ayaklandı)

Allah eydür Âdem’e şükür irdük bu deme 
Bu dünyede ne duydun dilün neye söyledi

Yoğiken var eyledün toprağiken cân verdün 
Kudret diliyle andun dilüm söyler eyledi

Bu söz Hakk’a hoş geldi kulın azîz eyledi 
Ne geçdise gönlinden verdi hâzır eyledi

Bu söz Yûnus’a kandan haber veresi candan 
Meğer ol sultân lutfı ana nazar eyledi
(kandan: nereden)

Yunus Emre 2007. “İlahiler”, Tasavvufi Şiir Şerhleri, Ömür Ceylan, İstanbul: Kapı Yayınları, s. 63–65; Yunus Emre Divanı, Süleymaniye Kütüphanesi Fatih 3889, s. 63b-64b, 127b-128a, 180b-181a, 185a-186a, 117b-118b. 
Harf Çevirisi - Lügatçe: Ömür Ceylan

Vilâyet-nâme: Hacı Bektaş, Tapduk, Yunus, Mevlânâ

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Cimrilik ve Kıskançlık Üzerine: Yunus Emre

Yunus, ilahilerine göre daha az şiir özelliği gösteren Risâletü’n-Nushiyye’de, öncelikle insanın yaratılışını ele alır; ardından iyilik, şeref, temizlik, cömertlik gibi olumlu özellikleri ve cimrilik, kıskançlık, açgözlülük, kibir ve şehvet gibi olumsuz özellikleri değerlendirir.

Eğer dinlersen sana nasihatte bulunayım: Haset ve kinden son derece sakınmalısın.
Eskiden beri bu ikisi –başına buyruk- kumandanlar gibidir ve keyiflerince işi yaparlar. 
Sürekli yoluna çıkmakta olan cimrilik ve hasetlikten sakın, seni bunlardan o biricik Tanrı kurtaracaktır. 
Hasetçi öyle bir kişidir ki o daima sıkıntı içindedir; vücudu sağ iken, aslında helak olmuştur. 
Zarardan ne kadar kaçarsa kaçsın muhabbet tohumunu, bitmeyecek toprağa saçmaktan kurtulamaz.
Ne yapsa, yaptığı şey kendisine zarar verir ve sonunda zarar gören kendisi olur. 
Hayatın tadından o kadar nasipsizdir ki şeker yese dahi tadı tuzu yoktur.
Kime kuyu kazsa kendisi düştüğünden hasetçinin eli hiçbir işi başaramaz.
Sana cimrinin ne olduğunu söyleyeyim: O öyle bir kimsedir ki kendi yediğini kendisinden bile sakınır. 
Kendi kazancını kendine (bile) vermez; eli kolu bağlıymışçasına kazancını yemeye kıyamaz. 
Ey faydasız, gamsız can bu ne haldir ki –zerre kadar- gayretin yoktur.
Baksana canın ve bedenin ne haldedir, sen kimsin ve ismin nedir?
Bir an bile kendinle baş başa kalmadın; bu nasıl bir dar görüşlülük, nasıl bir basirettir? 
Cimriden, bir kimsenin gönülden takdir edeceği, akıllı-uslu hareketler beklemek boşunadır. 
Sahip olduğun her şeyi sen istesen istemesen de elinden alacak olan –bu fani- dünyayı sevme, bırak! 
Süleyman kadar varlıklı olman mümkün değil –ki o bile göçüp gitti-; nihayet sen de burada kalıcı değilsin. 
Süleyman kadar mülke sahip olsan da bil ki bu mülk değersizdir; -Süleyman dahi gitti-; ya sen neredesin (ne olacağını zannediyorsun)?! 
Cimri olmak seni Allah’tan uzaklaştırdı. Ondaki gayret ve hamiyet sende nerde?! 
Haset etmekten kim ne fayda görmüş; sen neye layıksan Allah sana onu verir. 
Neyin ne için gerek olduğunu Allah’tan gayrısı bilmez ve kime ne gerekse onu verir. 
Kendi nasibini kendin gözet, ona göre hazırlık yap ve (lüzumsuz işlerden) sakın. 
Zekatı verilmeyen hayvan, sadakası dağıtılmayan mal! Bu durumda ne bereket bekliyorsun ki?!
Benim dediğime inanmazsan kendini izleyip, tüm dediklerimi kendinde görebilirsin. 
“Her ne kadar ben öyle değilim, şöyleyim” desen de yaptıkların gerçeği ortaya koyuyor. Cebine bir türlü gitmeyen elin de bunun kanıtıdır işte! 
Suçu olmayan kişinin eli bağlanmaz; onun ayağına yapıp ettikleri dolaşır –bu yüzden eli bağlanmıştır aslında-.

Yunus Emre, “Cimrilik ve Kıskançlık Üzerine”, Risâletü’n-Nushiyye - Yunus Emre Divanı, Süleymaniye Kütüphanesi Fatih 3889, s. 20b-22b. 
Harf Çevirisi: Kübra Yıldırım

Ashab-ı Kehf Hikâyesi: Rabguzî

Asıl adı Burhanoğlu Kadı Nâsır Rabguzî olan yazar hakkındaki bilgiler son derece sınırlıdır. Rabguzi eserinde künyesini kaydetmiştir. Buna göre Ribat Oğuzlu olan yazar, bir kadıdır ve babasının adı da Burhan’dır. Ribat Oğuz’un yeri tam olarak tespit edilememiştir, ancak Maveraünnehir’de bir Oğuz yerleşimi olduğu konusunda araştırmacılar hemfikirdir. Dolayısıyla Rabgûzî, büyük bir ihtimalle bir Oğuz Türküdür fakat eseri Kısasu’l-Enbiyâ’yı döneminin Türkistan ve Altın Ordu’daki ortak yazı dili olan Harezm Türkçesiyle kaleme almıştır. Müellifin Arapçaya ve çeşitli İslamî ilimlere hâkim olduğu eserinden açıkça anlaşılmaktadır. Kısas-ı Rabguzî adıyla da bilinen Kısasu’l-Enbiyâ’nın yazımına 1309 yılında, -Türk takvimine göre it yılı girişinde- başlanmış ve tam bir yılda, yani 1310 yılında tamamlamıştır. Eser, Nasıruddin Tok Buga adlı bir beye sunulmuştur, ancak bu kişiyle ilgili de kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Arapça ve Türkçe yazılmış manzumeler de içeren Kısasu’l-Enbiyâ’da, Hz. Muhammed başta olmak üzere Kurân-ı Kerîm’de ismi geçen peygamberlerin hayat hikâyeleri, kıssaları ve birtakım meşhur dinî hikâyeler bir araya getirilmiştir. Hamdele, naat ve Tok Buga’nın övgüsüyle başlayan eser, Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlerin kıssalarını anlattıktan sonra Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle sona erer. Eserde kırk üç Türkçe şiir vardır.

Rum’da Dakyanus adlı çok zalim, memleketi çok geniş ve ordusu çok büyük bir padişah vardı. Bu padişah, başka bir padişah ile düşman oldu ve savaştılar, Dakyanus o padişahı yendi ve onu öldürdü. O padişahın altı oğlu vardı, onları esir aldı ve kendisine hizmetçi yaptı. Dakyanus, -ağzına toprak-, tanrılık iddiasında bulunur ve onları kendisine secde ettirirdi. Bir gün düşman geliyor diye haber geldi ve Dakyanus bunu işitip korkusundan titremeye başladı. Derler ki sarayda tahtı üzerinde otururken sarayın bacasından iki kedi boğuşup hırlaşarak indiler. Dakyanus kedilerin sesinden korkup aklı başından gitti. Bu altı kardeş onun bu durumunu görüp dediler ki; bu nasıl tanrıdır, kediden korkar, biz buradan gitmeli ve gerçek Tanrı’yı aramalıyız. Kaçmak üzere anlaştılar. Temliha şöyle dedi: Kaçmaya başladığımızda çevgan ile topa vururken saray yönüne doğru yavaş vuralım, kıra doğru hızlı vuralım. Dakyanus seyir yerinde onları izlerdi ve topa iyi vurana hilat verirdi. Bir gün bu plan ile saraydan epey uzaklaştılar ve temiz giysilerini orada bıraktılar ve gizlice getirdikleri eski giysileri giydiler. Yalın ayak giderken bir çobanla karşılaştılar ve çoban; nereye gidiyorsunuz diye sordu. Tanrı’yı aramaya gidiyoruz dediler. Çoban; biraz bekleyin koyunları sahibine verip ben de sizinle geleyim, dedi. Beklediler, çoban koyunları sahibine verdi. Çobanın bir köpeği vardı, o da onların peşine düştü. Onların adları; Temliha, Mükselmina, Sartulis, Sarrinus, Zevanis idi, çobanın adı Kefsittinus, köpeğinin adı da Kıtmir idi. Onlar çobana; köpeğine vur da bizim peşimize düşmesin, gizlendiğimizde havlar ve insanlar duyup bizi bulurlar, dediler. Çoban köpeği döndürmeye çalıştı; taşla, kesekle vurdular, ancak o dönmedi. Tanrı, o köpeğe dil verdi ve o şöyle dedi; “Beni niçin döndürüyorsunuz? Sizin gittiğiniz Tanrı’ya ben de gitmek istiyorum.” O sözü işitince köpeği tutup boyunlarına kaldırdılar ve bir mağaraya girip uyudular, köpek de iki ayağını mağaranın kapısına koyup uyudu.

Dakyanus, onları aradı, ancak bulamadı. Bir gün ava çıktı ve uzaktan onların uyuduğu mağarayı gördü. Gidip o mağaraya girdi ve baktı ki ayakları kabarmış, karınları şişmiş bir haldeler, onları ölü sandı ve dedi ki bütün insanlar bir araya gelseydi bunlara bunu yapamazlardı, bunlar kendi kendilerine yaptılar. Bunlar, Tanrı’nın buyruğuyla üç yüz yıl dokuz ay bu mağarada kaldılar. Bu kadar zaman geçtikten sonra uyandılar ve ne zamandır biz burada yatıyoruz dediler. Temliha, bir gün oldu, dedi. Güneşe baktılar, yatarken güneş bu tarafta idi, şimdi dönmüş ve ışığı çevrilmiş. Sonra ne kadar süre geçtiğini en iyi Allah bilir dediler. Aralarında: “Birine para verip şehre gönderin de yiyecek getirsin, ayrıca onlarla kendi dilleriyle konuşsun ki kim olduğunu anlamasınlar… Bu giden kişiyi tanırlarsa onu öldürürler veya kendi dinlerine dahil ederler, ondan sonra kimse de kurtulamaz”, dediler. Temliha para alıp çıktı, çok yıllar geçtiği için yollar değişmişti bu yüzden pazarın yolunu bulamadı. Kendi kendine; ben hala uykuda mıyım acaba, diye düşündü. Pazara girdi fırıncıya bir para verdi, onu terazide tarttılar altı batman geldi. Fırıncı Temliha’ya bakıp “sen hazine mi buldun, beni de ortak et, yoksa seni padişaha söylerim” dedi. Temliha; bu nasıl söz, biz dün dağa çıktık, karnımız acıkınca ekmek almaya geldim, parayı al ve ekmeği ver” dedi. Fırıncı kabul etmedi ve Temliha’yı padişaha götürdü. Padişah, Yüstagad adlı Müslüman biriydi, halkı da Müslümandı. Temliha bu padişahın Dakyanus olduğunu düşündü. Melik; sen kimsin, diye sordu. Temliha kendi durumunu anlattı, herkes şaşırdı. Padişah, bilginleri topladı ve kitaplarda böyle bir şey var mı diye sordu. Bir genç; ben bir kitapta rastladım, Dakyanus zamanında altı genç kaçmış ve dağa çıkıp mağarada kalmışlar, uzun zaman sonra yeniden ortaya çıkacaklarmış, dedi. Padişah Yüstagad; atlanın, gidip görelim, dedi. Mağaraya yaklaştıklarında Temliha; siz yavaşça gelin, ben önden gidip sizin Dakyanus olmadığınızı söyleyeyim, korkmasınlar, diyerek gidip mağaraya girdi ve padişah geldi, dedi. Dakyanus sanıp hepsi çok korktular. Başka bir rivayete göre de hep birlikte girdiler ve görüşüp konuştular, sonra da evvelki hallerine döndüler. Derler ki o ülkede iki bölük insan vardı; bir bölüğü, aziz ve celil olan Tanrı, teni diriltmez canı diriltir derdi, diğerleri ise teni de canı da diriltir derlerdi. Bunları görünce anladılar ki Tanrı teni de diriltirmiş, hepsi buna iman etti. Birinci bölükteki müminler bu mağaranın üzerine türbe yapalım, ikinciler ise mescit yapalım dediler ve oraya mescit yapıldı.

Rabguzi 1997. “Kıssa-i Ashâbu’l-Kehf”, Kısasu’l-Enbiya, haz. Aysu Ata, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 253–254.

Dil Bilgini ile Gemicinin Hikâyesi: Gülşehrî

Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.

Koşuklar: Nâsıruddîn bin Ahmed

13. yüzyılda kaleme alınmış bu eser, doğu ve batı Türkçesinden şive özellikleri taşıması sebebiyle karışık dilli eserler arasında yer alır. Eserin müellifi olarak Nâsıruddîn bin Ahmed bin Muhammed gösterilmektedir. Müellif, Arapça ve Farsça teliflerin yaygın olduğu bir dönemde, kendisinden hatırını saydığı bir çevrenin vaaza dair Türkçe bir eser istemesi sebebiyle eserini kaleme aldığını, bu nedenle ona Behcetü’l-Hadâîk fî-Mev’izeti’l-Halâyık adını verdiğini söyler. Manzum ve mensur parçalardan oluşan eser telif-tercüme arası bir görünümdedir. Müellif, eserini meydana getirmek için vaaz ve nasihate (mevâiz) dair pek çok eser okumuştur. Eser 41 meclis üzerine tertip edilmiş olup ahlakî-didaktik mahiyet taşır. Her meclis birbiriyle bağlantılı olay ve hikâyelerle zenginleştirilmiş, âyet ve hadis iktibaslarıyla desteklenmiştir. Metinde üç ayların fazileti, Aşure gününün önemi, Hz. İbrahim, Hz. Yakub ve Hz. Musa’nın vefatları, ibadet, fitre, zikir gibi dinî konulara değinilmiştir. Soru cevap yöntemiyle verilen bilgiler arasında “azîz-i men, yâ bende, okıgıl yâ mukrî” gibi birtakım kalıp ifadeler dikkat çeker. Eserdeki manzumeler arasında kaside, mesnevi, kıta, rubai ve müfred gibi nazım şekillerine rastlanır. Eserde 500 beyit civarında aruz ya da hece ölçüsüyle yazılmış manzume vardır.

Ey mümin; gafil olma recep ayı geldi, recep ayı bütün insanlara hoş geldi. Recep ayını Tanrı ayı olarak bil, o, Tanrı’dan bütün halka edep geldi. Bu ay içerisinde oruç tutan kulun sevabını yarın Tanrı ödeyecektir.

Ey kul; Tanrı senin tutan elini, yürüyen ayağını, gören gözünü, işiten iki kulağını, söz söyleyen dilini bir damla sudan yarattı, Dünya’da hayatını ibadet ile geçir. Bahar, güz, yaz, kış yanılmadan, şaşırmadan gece gündüz senin rızkını eksiksiz olarak verir. Yılda bir kere gelen recep ayı onundur, şaban ayı ise dostunundur, yüzünü çevirme!

Bu ayda Cehennemin kapısını kapatırlar, gayret edip Tanrı kulluğunu yerine getir. Cennet kapısını bu ayda açarlar, iman edenlerin üzerine çokça rahmet saçarlar. Cennetlik olanları Cehennemlik olanlardan bu günlerde ayırıp birbirinden seçerler.

Mümin isen, belini bağla ve sağlam dur, zamanı gelince ağlayanları avundur. Tanrı’nın verdiği ve ulaşabildiğin çeşitli nimetleri bayram günü dağıtarak yetimleri sevindir. Bey; yaşadığın sürece hayatın güzel geçsin, sana düşmanlık düşünenler, sonra senden utansın. Gündüz giyecek, gece yiyecek bulamasınlar, onun hali hangi gün benden iyi olduysa kendisi için kötü olsun. Sıkıntılı günlerinde seni bekleyen, sana yardım eden bir olan Tanrı olsun, O, ibadetlerini kabul etsin ve bayramın kutlu olsun.

Dilersen yarın orada tatlı canını kurtarırsın, Tanrı için kurban kes ve kutlu kan akıt. Kutlu günde kan akıtmak kutlu olur iyi bil, kutlu günde kan akıtılmasını rabbim olan kadir Tanrı sever.

İnanan kişiye dünyayı sevmek iyi değildir, iman ediyorsan dünya sana sevgili olmaz. Az veya çok kim dünyalık toplarsa, bilsin ki tüketinceye kadar yiyecek değildir. Sanma ki dünya sana ebedî kalır, dünya geçicidir ve kimseye sonsuza kadar kalacak değildir. Ömrün yüz bin yaşa erse, dünyayı baştanbaşa ele geçirsen, altın, inci, yakut, gümüş ile büyük büyük köşkler ve saraylar yapsan bu dünya hiç kimseye vefa göstermez ve seni bir gün tatlı aşa doyurmaz. Bir gün sana vade yetip geldiğinde Kaf dağını aşarak kaçsan da kurtuluş yoktur. Bilmeden kendine âlim deme, bilmeden biliyorum diye düşünüp yüksekten bakma, bilim öğrenmeye çalış, bilgin herkesin önderidir, öğrenmekten sakın ola ki geri durmayasın! Din sarayı bilgi öğrenmekle yükselir, ey evlat cahillikten kendini koru, dinini yıkma. Cahillik yakan ateştir, akıllıysan kendini cahillik ateşine yakma. Bilim öğrendiysen onunla amel et, dünya ile ilgili uzun emeller seni aldatmasın. Dünyada hiç kimse sonsuz değildir, gafil olma bir gün sana da ecel gelecektir.

Bilim öğrendiysen sakın onu satma, halka hoş gelsin diye sözlerine yalan katma. Dini dünyaya değişip yarın Yahudiler gibi, Cennetten mahrum kalıp kendini Cehenneme atma. Yaratılmışların hepsi ikişer, Tanrı tektir, bu Levh’te yazılmıştır ve bunda şüphe yoktur. İnançsızlar bunda şüphe etse de köpeğin işemesiyle deniz kirlenmez.

Gönlümden geçiriyorum Yusuf’un yanmasını, gökyüzündeki ayı ve güneşi ayıramıyorum. Bende olan bu dert eğer sende de olsaydı, sen de gökteki ayı ve güneşi ışıktan seçemezdin.

Yağmurdaki yel gibi geçti gençliğim, koştum ama ben ona yetişemedim. Yağmurdaki kar olarak geldi yaşlılığım, kaçtım ama ben onu geçemedim.

Nasırüddin b. Ahmed b. Muhammed 1988. “Koşuklar”, Behcetü’l-Hadâîk fî-Mev’izeti’l-Halâyık’ten Koşuklar, çev. Sadettin Buluç, TDAY Belleten 1963, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 161–201.

Baba ve Anneye Hizmet Etmenin Erdemleri: Kerderli Mahmut b. Ali

Nehcü’l-Ferâdis (Uştmahlarnıng Açuk Yolı) üzerinde çalışan bilim adamları eserin yazarı olarak Kerderli Mahmut b. Ali’yi, eserin yazıldığı yer olarak da Harezm’i kabul etmektedirler. Kerder, eski Harezm’de bugünkü Köhne Ürgenç şehrinin kuzeydoğusunda, Karakalpakistan’ın Nukus ve Çimbay şehirleri arasında pek çok bilginin yetiştiği bir kültür merkezi idi. Eserin dili, onun daha çok Altın Ordu’nun doğusunda yazıldığını göstermektedir. Eserin yazılış tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber en eski kopya nüshalardaki 1358 ve 1360 tarihlerine bakılırsa bu tarihlerden önce olduğu anlaşılmaktadır. Eser, edebiyatımızda ayrı bir tür oluşturan kırk hadis kitaplarından biridir ve onar fasıllık dört baptan oluşmuştur. Bölümlerde sırasıyla Hz. Peygamber’in hayatı, Dört Halife ve dört mezhep imamı hakkında bilgi, iyi ameller ve kötü ameller anlatılmıştır. Her kısım, Türkçe tercümesi verilen bir hadisle başlatılmış, sonra da bu hadise uygun menkabe ve hikâyeler sade bir Türkçe ile anlatılmıştır. Eserin temel amacı, İslamî emir ve yasakların amelî olarak öğretilmesi ve dinî birtakım kuralların hikâyeler yoluyla pekiştirilmesidir. Metnin harekeli olması Harezm Türkçesi’nin dil özelliklerini göstermesi açısından son derece önemlidir.

İmam Gazali İhyâ’u’l-Ulûm adlı kitabında şu hadisi yazmıştır; “Baba ve anneye iyilik yapmanın sevabı; namaz kılmanın sevabından çoktur, oruç tutmanın sevabından da çoktur, hac ve umre yapmanın sevabından da çoktur.” Peygamber as şöyle buyurdu; “Miraç gecesinde cennette etrafı seyrederken, cennet makamlarından bir yüksek makam var, o makama çıktım. Etrafa baktım ve bir kişinin sesini işittim. Böyle yüksek bir makamda oturan bu kişi kimdir diye sorunca; bu, Ni’mân-i Ensârî’dir dediler. Nasıl bir amel işleyerek bu makama çıktı diye sorunca; bana, bu Ni’mân’ın annesi var idi ve o annesine iyi hizmet ederdi, annesi ondan razı idi. O sebepten Tanrı, Ni’mân’a bu makamı nasip etti dediler. Peygamber as buyurdu; “Tanrı’nın rızası, baba ve annenin rızasına bağlıdır, Tanrı’nın gazabı da baba ve annenin gazabına bağlıdır. Peygamber as’a; “Yâ Resûlullah, baba ana hakkı nasıldır?” diye sordular. Peygamber as şöyle buyurdu: “Baba ana hakkı şudur ki baba ölünceye kadar ona hizmet etmeli ve onu hiç üzmemelisin.” sonra yine sordular; “Ya Resûlullah, ana hakkı nasıldır?” dediklerinde Peygamber as buyurdu; “Heyhât heyhât eğer bir kişi annesine hizmet etse, bir yüksek tepenin kumu sayısınca ya da yağmur damlaları sayısınca ya da bu dünyanın günleri sayısınca annesi önünde ayakta durup hizmet etmiş olsa, annenin, çocuğunu bir gün karnında taşırken çektiği sıkıntının hakkını ödemiş olmaz.” Birisi şöyle sordu: “Yâ Resûlullah, babam ve annem yaşlandılar. Ben de hizmetlerinde hiç kusur etmedim ve onlar bana kaç yıl hizmet etmişlerse ben de onlara o kadar hizmet ettim. Haklarını ödemiş olmaz mıyım?” diye sorunca Peygamber as buyurdu; “Ödemiş olmazsın.” O kişi; “Yâ Resûlullah, niçin ödemiş olmam?” deyince Peygamber as buyurdu; “Şundan dolayıdır ki o ikisi sana canlarıyla, tenleriyle ve sevgileriyle hizmet ederlerdi ve ayrıca senin ömrünün uzun olmasını dileyerek hizmet ederlerdi. Fakat sen ne kadar iyi hizmet etsen de gönlünden, keşke bunlar ölseler de bu zahmetten kurtulsam diye geçirirsin. Bu yüzden bu iki hizmet arasında fark var.” Yine sordular; “Yâ Resûlullah, dünyada baba ana hakkını ödemeye imkan var mıdır?” Peygamber as buyurdu; “Ne zaman ki baba ve ana bir kimsenin elinde kul köle olsa, oğul ya da kız, baba ve annesini malını verip satın alsa ve onları âzât etse baba ve anne hakkını ödemiş olur.” Tanrı oğlu ve kızı yarattı, ancak bunların varlığına anne ve baba sebep oldu. Onlar birbirleriyle buluştukları için Tanrı oğul ve kızı yarattı. Anne ve baba köle olunca, ölü gibi olurlar. Kölelerin sahipleri izin vermeden alım satım yapmaları şer’an uygun olmaz, şahitlikleri, savaşa gitmeleri, gaza yapmaları, kadılık yapmaları, imamlık yapmaları, bütün bu belirtilenleri yapmaları doğru olmaz. Oğul ya da kız bunları satın alıp serbest bırakırsa bütün bu sayılanları yapabilirler, ayrıca yaşıyor sayılırlar. Oğul ve kızın yaşamasına nasıl ki anne ve baba sebep olmuştur, anne ve babanın yaşamasına da oğul ve kız sebep olduğunda anne baba hakkını ödemiş olurlar. Peygamber as buyurdu; “Baba ve anneye iyilik yapan, onları hoşnut eden ne kadar büyük günahlar işlese de asla cehenneme girmeyecektir. Baba ve anneye eziyet eden ne kadar çok ibadet etse de asla cennete giremeyecektir. Ey ümmetim, sakın ola ki anne ve babaya kötülük etmeyin.”

Bir gün Peygamber hazretlerine bir kişi geldi ve öz babasından şikâyet etti ve şöyle dedi; “Yâ Resûlullah, ben babama hizmet ederim, nafakasını hiç eksik bırakmadan tamam veririm, Kendisi, benim yokluğumda evime girip benden izinsiz malımı alır ve harcar deyince, Peygamber as babasını çağırttı. Sırtı kamburlaşmış, saçı sakalı ağarmış, eline bastonunu almış bir yaşlı adam geldi ve Peygamber’e selam verdi. Peygamber as selamını alıp şöyle dedi; “Ey ihtiyar, bu oğlun senden şikâyet eder.” Yaşlı adam; “Yâ Resûlallah, bir zamanlar ben güçlüydüm ve bu oğlum güçsüz idi, ben zengin idim, bu oğlum yoksul idi. Ben, bir şeye muhtaç değildim, oğlum bana muhtaç idi. Yâ Resûlullah, o zaman ben malımı bu oğlumdan esirgemedim, ona harcadım ve gücümü esirgemeden ona sarf ettim. Sevgi ve şefkat ile koruyup büyüttüm. Şimdi oğlum güçlendi ve ben zayıfladım ve o zengin oldu ve ben fakir oldum, bunun bir şeye ihtiyacı kalmadı, ben ona muhtaç oldum. Ben hiçbir şeyi bundan esirgemedim, ancak bu benden malını esirger ve bana karşı cimri davranır. Bana istediğim gibi hizmet etmez ve şefkatli davranmaz.” dedi ve Hazreti Peygamber bu sözleri işitince gözlerinden yaşlar boşandı ve “Eğer bu ihtiyarın sözlerini taşlar ya da kesekler işitmiş olsaydı, onlar da ağlarlardı.” dedi ve üç kere; “Ey oğlum; sen de malın da babanınsın. Sakın malını babandan esirgeme” diye buyurdu.

Kerderli Mahmut b. Ali 1998. “Baba ve Anneye Hizmet Etmenin Erdemlerini Beyan Eder”, Nehcü’l-Ferâdis –Uştmahlarnıng Açuk Yolı-, haz. Janos Eckmann; yay. Semih Tezcan-Hamza Zülfikar, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 195–198.