3. Meânî, Beyân ve Belagat

Dilin iletişimde başarıyla kullanılması sözcüklerin durum ve cümle bağlamında, cümlelerinse olgu bağlamında ele alınmasını gerektirdiğinden, Arap dilbilimi içerisinde sözün duruma uygunluğunu, sözdeki niyeti etkileyen değişimleri ve dilbilgisiyle düzgünlüğü sağlanan sözün etkileyici kullanımını konu alan çeşitli disiplinler meydana gelmiştir.

Beyân: el-Câhız

Ebû Osman Amr b. Bahr el-Câhız el-Kinânî (ö. 255/869), Arap edebiyatının en önemli düz yazı ustalarındandır. Gençliği, dönemin ilim ve kültür merkezi Basra’da geçti. Halil b. Ahmed, Sîbeveyh, Ahfeş, Asmaî gibi birçok dil ve edebiyat âliminden dersler aldı. Basra’daki ilmî meclislere devam ederken, Mirbed’de kurulan panayırlarda da bedevî Arapların hatip ve şairlerini dinledi. Mutezile mezhebini benimseyen önemli bir kelamcı olmakla birlikte asıl şöhreti, nesirdeki mahareti ve edebiyatçılığındadır. Kendisinden önce İbnü’l-Mukaffa, Sehl b. Hârun gibi önemli nesir ustaları gelmişse de nesre mükemmel şeklini veren kişinin Câhız olduğu kabul edilir. Üslubunun dikkat çekici özelliği konuyu yeterince açık ve sade bir dille anlatması, konuyu işlerken değişik konulara da girmesi, sonra ustaca tekrar sadede gelmesidir. Câhız’ın edebiyat alanında en önemli eseri el-Beyân ve’t-Tebyîn’dir. Câhız bu eserinde Arapların şiir ve hitabetteki kabiliyetlerini ortaya koymuş, Arap belâgat ve fonetik ilimlerinin esasını vermeye çalışmıştır. Aşağıda sunacağımız gösterge türlerinden bahsettiği pasajda ortaya koyduğu fikirler, günümüz anlambiliminin kimi konularıyla paralellik arz etmektedir:

Beyan, anlamın maskesini açan, gönlü örten perdeyi kaldıran her şeyi kapsayan isimdir. Beyan hangi şekilde, göstereni de hangi cinsten olursa olsun, dinleyen kişiyi (dinlediğinin] hakikatine ulaştırır, onun sonucuna yöneltir. Çünkü işin odak noktası, söyleyenin ve dinleyenin yaptıkları şeyin gayesi anlamak ve anlatmaktır. Anlatma işi ne ile yapılırsa ve anlam açıklanırsa o şey bu yerde beyan olur.

Sonra bil ki –Allah seni korusun– anlamların hükmü (durumu), lafızların hükmünden farklıdır. Çünkü anlamalar sonsuza doğru yayılır ve sonsuza doğru uzanır. Anlamların isimleri (sözcükler) ise sınırlı, sayılı, kapsanabilir ve mahduttur.

Söz olsun veya olmasın anlamların göstergelerinin tümü beş sınıftır. Ne daha az ne daha fazladır. İlki sözdür, sonra işaret (jest ve mimik), sonra (el ile) sayma, sonra yazı, sonra duruş diye isimlendirilen haldir (lisan-ı hal). Hal diğer sınıfların yerine geçebilen bir göstergedir ve onlardan geri kalmaz. Bu beş göstergenin birbirlerinden farklı şekli ve özelliği vardır. Cümlede var olan anlamların (bizzat) kendileri, açıklama esnasında hakikatleri, cinsleri, miktarları, özel veya genel olmaları, sevinç ve üzüntü verme dereceleri, faydasız, boş, değersiz, atılacak olup olmadıkları bu şekil ve özelliklerle senin için açığa çıkar…

Mantığın kurucusu, “İnsanın tarifi: açık bir şekilde konuşan canlıdır” demiştir.

“Mürüvvetin (kişilik sahibi olmanın) hayatı doğruluk, ruhun hayatı iffet, hilmin (ağır başlılık) hayatı ilim, ilmin hayatı ise beyandır” denmiştir…

Sözün gösterge olmasından bahsettik. İşaret ise (mesela) iki kişi birbirinden uzaklaşırken el, baş, göz, kaş ve omuzla, elbise veya kılıçla olur. Kılıcı ve kırbacı kaldıran kişi tehditte bulunmuş olabilir. Bu şekilde azarlayıcı ve (yaptığı işaret de) tehdit ve uyarı olur. İşaret ve söz ortaktır, birbirlerine ne güzel yardımcı ve ne güzel tercümandır.

İşaret sözün yerine çokça geçer ve yazıya ihtiyaç bırakmaz. Çeşitli dereceleri ve gösterimleriyle birlikte işaretin bilinen bir şekli ve belirli bir özelliği vardır. İnsanların birbirlerinden sakladıkları, yanlarında oturan veya oturmayan kişilerden gizledikleri şeyleri anlamada göz ucu, kaşlar ve diğer organlarla yapılan işaretler büyük bir desteği ve anlık yardımı vardır. İşaret olmasa idi insanlar çok özel anlamları birbirlerine anlatamazlar ve bu anlamları asla bilemezlerdi…

Yazıya gelince Yüce Allah, kitabında yazının faziletini ve kitabın faydalarıyla (insanı) nimetlendirdiğini peygamberine (sav) şöyle söyleyerek dile getirmiştir: “Oku! O, en keremli olan Rabbindir. Kalem ile öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti” (Kur’ân 96: 3-5). Gönderdiği peygamberine indirdiği kitabında yazıya şöyle yemin etmiştir: “Nûn, yemin olsun kaleme ve yazdıklarına” (Kur’ân 68: 1).

Bu yüzden “Kalem ikiden birisidir” demişlerdir, tıpkı “Ehl-i ıyalin az olması, iki zenginlikten birisidir” dedikleri gibi. Şöyle söylemişlerdir: “Kalem tesir açısından daha kalıcı, dil ise saçmalamaya, düşüncesiz ifadeye daha yatkındır”.

Abdurrahman bin Keysan şöyle demiştir: “Kitabı (yazıyı) düzeltmek amacıyla zihni harekete geçirmek için kalemi kullanmak, sözü düzeltmek için dili kullanmaktan daha uygundur”.

Şöyle demişlerdir: “Dil yakında bulunan muhatapla sınırlıdır. Kalem ise hem muhatap, hem de üçüncü şahıs içindir. Geçip gidenler için olduğu gibi hali hazırdaki kişiler içindir”.

Kitap her yerde her zaman okunur. Dil ise dinleyeni aşmaz başkasına geçmez.

Saymaya gelince, o sözsüz ve yazısız hesap yapmadır. Değerine ve büyük faydasına delil ise şu ayetlerdir: “O, karanlığı yarıp sabahı çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da ince birer hesap ölçüsü kıldı. Bütün bunlar mutlak güç sahibinin, hakkıyla bilenin takdiridir (ölçüp biçmesidir)” (En’am suresi, 6: 96). “Rahmân Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir” (Rahman suresi, 55: 1-5).

“O, güneşi bir ışık (kaynağı), ayı da (geceleyin) bir aydınlık (kaynağı) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah bunları (boş yere değil) ancak gerçek ile (hikmeti gereğince) yaratmıştır” (Yunus suresi, 10: 5).

“Biz geceyi ve gündüzü (kudretimizi gösteren) iki alâmet yaptık. Rabbinizden lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye gece alametini giderip gündüz alametini aydınlatıcı kıldık. İşte biz her şeyi açıkça anlattık” (İsra suresi, 17: 12).

Hesap çok anlamlar ve büyük faydalar içerir. İnsanlar dünyadaki hesabın anlamı bilmeselerdi ahiretteki hesap hakkında Yüce Allah’ın söylediklerini anlamazlardı. Sözün yokluğu, yazının bozukluğu ve hesabı bilmemek, nimetlerin çoğunun fesada uğramasına, bütün faydaların kaybedilmesine ve Yüce Allah’ın bizim için destek, fayda ve düzen olarak yarattığı şeylerin bozulmasına sebep olur.

Duruş ise sözsüz konuşan (lisan-ı) haldir. Elsiz işaret eden haldir. Yerin ve göğün varlıklarında, susan, konuşan, cansız, yurdunda oturan, yolcu olan, fazla ve eksik her şeyde bu durum açık bir şekilde vardır. Cansız, ölüdeki gösterge, konuşan canlıdaki gösterge gibidir. Susan, gösterge açısından konuşmaktadır. Dilsiz varlık burhan (delil) bakımından açıkça konuşan gibidir. Bu yüzden öncekiler şöyle demişlerdir: “Yeryüzüne sor, nehirlerini kim açtı, ağaçlarını kim dikti, meyvelerini kim topladı? Sana konuşarak cevap vermezlerse bile ibret olarak cevap verirler”…

Hatiplerden biri İskender öldükten sonra yatağının başında durarak şöyle demiştir: “İskender dün bugünkünden daha çok konuşan biriydi. Bugün ise düne göre bize daha çok öğüt veren biridir”.

Câhız 1976. el-Beyân ve’t-tebyîn, Dâru’l-Fikr li’l-cemi, I, s. 55–59. 
Çeviren: Yılmaz Özdemir

Beyân İlmi: Abdülkâhir el-Cürcânî

Tam adı Ebû Bekr Abdülkâhir b. Abdurrahmân b. Muhammed el-Cürcânî (ö. 471/1078–79)’dir. Hayatı Cürcân’da geçti. Ebû’l-Hüseyin Muhammed b. Hasan el-Fârisî ve Kadı Ebû’l-Hasan Ali b. Abdülazîz el-Cürcânî gibi âlimlerden ders aldı. Arapça dilbilgisinin bütün inceliklerine vakıf olması sebebiyle kendisine “İmâmü’n-nühât” (Dilbilgisi âlimlerinin önderi), belâgat ilmindeki üstünlüğünden dolayı da “Şeyhu’l-belaga” (Belâgatin zirvesi) ünvanı verildi. Ona göre Kur’ân’ın gerçek anlamda i’cazı, sahip olduğu fesâhat ve belagâttan kaynaklanmakta, yani Kur’ân nazmında bulunmaktadır. Bu yöndeki görüşlerini Meânî ilmine ağırlık verdiği Delâilü’l-i’câz’ında, Beyân ilmi ve şiirle ilgili konuları ise Esrâru’l-belâga isimli eserinde ele aldı. Bu iki eseri daha sonraki belâgat çalışmalarına yön verdi. Delâilü’l-i’câz Türkçeye, Esrâru’l-belâğa da Almanca ve Farsçaya tercüme edilmiştir.

Beyân ilminden, daha köklü, dallı budaklı, meyvesi daha tatlı, suyu daha içimli, ürünü daha bol ve ışığı daha parlak bir ilim göremezsin. Şayet bu ilim olmasaydı, güzel elbiseler dokuyan, zînet eşyaları işleyen, inciler dizen, büyüler üfleyen, petekli bal ikram eden, harika çiçekler gösteren, olgun ve lezzetli hurmaları önüne getiren bir dil bulamazdın.

Beyân ilmi, diğer ilimleri ele alıp, onlara önem vermese ve onların portresini çizmeseydi, bu ilimler, üstü örtülü ve gizli kalacak, bunların şeklini tasavvur dahi edemeyecektin. Neticede bunlar, hilâlin, ayın son gecesinde kaybolduğu gibi kaybolup gidecekti.

Beyân ilmine yapılan haksızlık ve yanlışlar:

Bütün bunlara rağmen, beyân ilminin başına gelen zulüm ve haksızlıklara, başka hiçbir ilim dalının maruz kalmadığını görürsün. İnsanlar, beyân ilminin hakikati konusunda yanıldıkları gibi, onun mânâsı hususunda da yanılmışlardır. Bu konuda, bozuk düşüncelere ve kötü zanlara kapıldılar; büyük bir cehâlet ve apaçık bir hataya düştüler.

Bunların çoğuna göre, beyân ilminin mânâsı, gözle ve kafayla işaret ya da birkaç çizgi çekip elle işaret etmekten öteye geçmez. Bu kimseler şöyle derler:

“Beyân ilmi, bilgi verip soru sormak ya da emredip yasaklamaktan başka bir şey değildir. Zaten bunlarda kullanılan lafızlar da bellidir. Arapça olsun Farsça olsun herhangi bir dilin kelimelerini ve bunların mânâlarını bilen, bunları harf ve sesleriyle telaffuz edebilen herkes, beyân ilmine sahip demektir. Böyle birisi artık beyân ilminde tam bir malzemeye sahip olmuş, daha da ilerisi olmayan bir noktaya gelmiş, amacına ulaşmıştır. Bundan daha ötesi yoktur.”

Bu kimselere göre fesâhat, belâgat ve sözdeki güzelliğin mânâsı sadece, sözü uzatmak, yüksek sesle ve akıcı bir şekilde konuşmak, bütün harfleri tam telaffuz etmek, takılıp kekelememek ve herkesin anlayamayacağı eski kelimeler kullanmaktır.

Bunlar konu hakkında biraz daha düşündüklerinde şöyle derler:

“Fesâhat ve belâgat, kişinin konuşurken dilbilgisi yanlışı yapmamasıdır. Yani bir kelimeyi mansûb (a veya e sesiyle) yerine merfû (u sesiyle) telaffuz etmesi, ya da asıl anlamının veya Araplardan nakledilen anlamın dışında kullanmasıdır.”

Sözün özü, bu kimselere göre, kişinin fesâhat ve belâğatındaki noksanlık, kelime dağarcığındaki noksanlıktan kaynaklanmaktadır.

Oysa bunlar, işin içinde, öğrenilmesi gereken birtakım incelik ve sırlar, kaynağını akıldan alan güzellikler ve özel mânâlar olduğunu düşünmezler. Bu güzelliklere de ancak araştırıp inceleyen ve dille arasındaki perdeleri kaldıran kimse ulaşabilir. Sözdeki zerâfatin ve üstün olmasının sebebi de hep bu güzelliklerdir. Bu şekilde söz söylemedeki amaç genişleyip gider, sözün seviyesi yükselir, amacı yücelir ve sonuçta iş i’câz sınırına kadar dayanır ve artık beşer gücünün dışına çıkar.

Cürcânî 1413/1992. Kitâbü Delâili’l-i’câz, nşr. Mahmûd Muhammed Şâkir, Cidde: Dâru’l-Medenî, I, s. 5–7. 
Çeviren: Ali Bulut

Meânî ve Beyân İlimleri: es-Sekkâkî

Tam adı Ebû Ya’kûb Sirâceddîn Yûsuf b. Ebî Bekr Muhammed b. Ali el-Hârizmî es-Sekkâkî el-Hanefî (ö. 626/1229)’dir. Türk asıllı olup 555/1160’de Hârizm’de doğdu. İlim tahsilinden önce metal oyma ve işleme işi yaptığı için ’Sekkâkî’ adıyla anıldı. Rivâyete göre otuz yaşlarında iken, yaptığı kilidi çok hafif bir hokkayı hediye etmek üzere Harezmşah Sultanı Alâaddîn Tekiş’in huzuruna çıktı. Burada âlimlere çok fazla itibar edildiğini görünce ilimle meşgul olmaya karar verdi. Mahmûd b. Sâid el-Hârisî ve Sedîd b. Muhammed el-Hayyâtî el-Hârizmî gibi âlimlerden ilim tahsil etti. Arap dili ve belâgatı, aruz, şiir, kelâm, mantık, fıkıh vb. ilim dallarında kendisini yetiştirdi. Muhtâr b. Mahmûd ez-Zâhidî başta olmak üzere birçok talebe yetiştirdi. Cengiz Han’ın oğlu Çağatay Han’ın sarayında onun nedimi olarak çalıştı. Sekkâkî, Miftâhu’l-ulûm isimli eserinin Arap belâgatını ele alan üçüncü bölümüyle, bu ilmin dönüm noktası oldu, bu ilme sistem olarak nihâî şeklini verdi. Bu bölüm üzerine Hatîb el-Kazvînî’nin yazdığı Telhîsü’l-Miftâh adlı eser başta olmak üzere, şerh, hâşiye ve ihtisâr türünden birçok çalışma yapıldı. Avusturyalı şarkiyatçı Gustav Edmound von Grunebaum’a göre sosyolojinin öncüsü İbn Haldûn değil, ondan yaklaşık iki asır önce yaşamış olan Sekkâkî’dir. Ona göre sosyolojinin temellerini oluşturan özgün düşünceleri, Miftâhu’l-ulûm adlı eserinin Meâni İlmi bölümünde yer almaktadır.

Bil ki Meânî ilminin konusu, ifade edilen sözde, cümle yapılarına ait meziyetlerle güzellik vb. yönlerinin incelenmesidir. Bundan maksat, kişinin yer ve zamana uygun söz söyleyerek, bilinçli bir şekilde hatadan korunmasıdır. Sözdeki cümle yapılarından maksadım, sözleri ayırma ve tanıma üstünlüğüne sahip kimselerin söyleyebileceği yapılardır. Bunlar da beliğ kimselerin sözleridir. Yoksa bunların dışında olup da hayvan sesleri mertebesine doğru inen kimselerin sözleri değildir. Sözdeki meziyetlerden maksadım, beliğ biri tarafından söylendiği için duyulduğunda hemen anlaşılan ifadelerdir. Yoksa rastgele bir sözü kastetmiyorum. Anlayıştan maksadım da selîm fıtrat sahibi kimsenin anlayışıdır…

Beyân ilmi ise tek bir mânâyı değişik yollarla ifade edebilme bilgisidir. Sözün maksada tam olarak uygun olması için, mânâya delâletinin açık olması ve buna bağlı olarak da hatadan uzak olması gerekir. Hikmet sahibi ve yüce olan Allah’ın kelamından maksadın tam olarak ne olduğunu bilmek isteyen kimse bu iki ilme çok büyük ihtiyaç duyarlar. Tefsirle meşgul olup da bu iki ilimde yaya olan kimselere yazık, hem de çok yazık…

Sekkâkî 1407/1987. Miftâhu’l-ulûm, nşr. Naîm Zerzûr, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, s. 161-162. 
Çeviren: Ali Bulut

Sözün Belâgati: Hatîb el-Kazvînî

Tam adı Ebü’l-Meâlî Celâleddîn el-Hatîb Muhammed b. Abdirrahmân b. Ömer b. Ahmed el-Kazvînî eş-Şâfiî (ö. 739/1338)’dir. 22 Şaban 666’da (7 Mayıs 1268) Musul’da doğdu. Aslen Kazvinlidir. Arapçanın yanında Türkçe ve Farsçayı da iyi bilirdi. Uzun yıllar Şam Emeviyye Camii’nde hatiplik yaptığı için “Hatîb” ve “Hatîbü Dımaşk” ünvanıyla anıldı. Kazvînî, ilk tahsilini babasının yanında yaptı. Moğol istilâsı sebebiyle babası Tokat’a yerleşince tahsiline burada devam etti. Babasının vefatı üzerine ağabeyi İmâdüddin ile birlikte h. 689’da (1290) Şam’a göç etti ve tahsiline burada devam etti. Müderrisliğin yanında Şam ve Mısır başkadılığı da yapan Kazvînî Şam’da vefat etti. En önemli öğrencileri Selâhaddin es-Safedî, Bahâeddin İbn Akil ve Bahâeddin es-Sübkî gibi âlimlerdir. Kazvînî, Sekkâkî’nin Miftâhu’l-ulûm adlı eserinin belâgatla ilgili üçüncü bölümünü kısaltarak Telhîsü’l-Miftâh isimli eserini yazdı. Peşinden de el-Îzâh isimli eseriyle kendi çalışmasını şerh etti. Onun bu eserleriyle, özellikle de anadili Arapça olmayanlar için belâgat ilminin tahsili kolaylaşmış oldu. Osmanlı medreselerinde de yüzyıllarca ders kitabı olarak okutulan bu iki eser, daha sonraki belâgat çalışmalarına yön vermiş, bunlar üzerine şerh, haşiye, ta’lik, ihtisar ve nazma çekme türünden birçok eser telif edilmiştir. Telhîsü’l-Miftâh Türkçeye de tercüme edilmiştir.

Sözün belâgati, onun, açık olmakla birlikte yer ve zamana da uygun olmasıdır. Sözün söylendiği yer ve zaman değiştiğinde, buna uygun olarak söz de değişir. Sözde, yerine göre belirli yerine göre belirsiz isim, yerine göre genel yerine göre de sınırlı ifadeler kullanılır. Yine duruma göre kelimeler birbirinin önüne geçirilir. Yerine göre bir kelime, bazen sözde yer alırken bazen de çıkarılır. Aynı şekilde duruma göre tahsisli, duruma göre de genel bir ifade kullanılır. Yine peş peşe gelen cümleler duruma göre ya bir bağlaçla birbirine bağlanır ya da bağlanmaz. Aynı şekilde yerine göre söz ya uzun ya da kısa tutulur. Yine zeki kimseye söylenen sözle, anlayışı zayıf birisine söylenen söz birbirinden farklıdır. Bunun gibi her sözün söyleneceği yerler bellidir. Sözün güzelliği ve kabul derecesi, yer ve zamana uygun olup olmamasına göre ya yükselir ya da düşer. Burada ölçü yer ve zamandır, yani sözün yer ve zamana uygunluğudur. Büyük âlim Abdülkâhir (el-Cürcânî) buna nazım ismini verir.

Nazım, sözün dilbilgisi kurallarına uygun olarak gelmesi ve maksadı da tam olarak ifade etmesidir. Belâgat de mânâyı oluşturan lafızlara ait bir özelliktir. Çoğu zaman buna fesâhat de denir. Abdülkâhir (el-Cürcânî) de, Delâilü’l-İ’câz isimli eserinde, fesâhatin lafza değil de mânâya ait bir özellik olduğunu çokça tekrarlar. O, eserinin bir yerinde şöyle der: Fesâhat, belâgat ve bunlara bağlı diğer unsurların tamamı, lafzın kendisine değil, mânâya ait özelliklerdir. O, Delâilü’l-İ’câz’ın bir çok yerinde sözün güzelliğinin mânâ da değil, lafızda olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bunun aksini savunan bir kimsenin görüşünü de şöyle zikretmiştir:

“Bu kişiye göre, bir şiir yazmak isteyen kimse önce mânâyı düşünür. Şiir, ancak bundan sonra, hikmet ya da edebî bir yön içerir, ya da sıra dışı bir benzetme ve az rastlanır bir mânâ ihtivâ eder. Ancak durum, bunun tam tersinedir. Çünkü gerçeklere ve elde edilen sonuçlara baktığımızda, belâgat ilminde uzmanlaşmış ve bu ilmin gayesini iyi anlamış kimseler, bu görüşü kabul etmezler.” Sonra Câhiz’dan şu sözü aktarır:

“Anlamlar yollara atılmış taşlara benzer. Arap olan da olmayan da, şehirli de köylü de onu anlar. Mahâret, vezni tutturmakta, lafızları seçmekte, bunlardaki telaffuz kolaylığında, doğallığında, güzelliğinde ve dizilişinin sağlamlığındadır.”

Sonra (Cürcânî) şöyle demiştir:

“Bilindiği gibi, bir söz inşa etmek; resim yapmaya veya (altın vb. bir madeni) işlemeye benzer. Mânâyı ifade etmek ise yüzük veya bilezik yapmak için altın ve gümüşün kalıba dökülerek işlenmesine benzer. Yüzüğün döküm ve işçiliğinin kaliteli olup olmadığını öğrenmek için sadece hammaddesi olan gümüşüne bakılması yanlıştır. Aynen bunun gibi, bir sözün üstünlük ve meziyetini öğrenmek için de yalnızca anlamına bakmak yanlıştır. Bir yüzüğü diğerinden üstün tutarken sadece, “bunun gümüşü daha kaliteli” diyerek değerlendirme yaptığımızda onları yüzük olmak açısından karşılaştırmış olmayız. Tıpkı bunun gibi, bir beyti sadece anlamına bakarak diğerinden daha üstün tuttuğumuzda da onları, şiir veya söz olmak açısından karşılaştırmış olmayız.”

Yani açıktır ki söz, sadece mânâsındaki güzellik dikkate alınarak herhangi bir değer kazanmaz. Şüphesiz fesâhat de sözün güzel niteliklerindendir ve sadece mânâda aranmaz.

Kazvînî 1419/1998. el-Îzâh fî Ulûmi’l-Belâga, nşr. Behîc Gazâvî, Beyrut: Dâru İhyâi’l-Ulûm, s. 13–14. 
Çeviren: Ali Bulut

Yazarlık Üzerine: Ziyâuddin İbnu’l-Esîr

Ebû’l-Feth Ziyauddin İbnu’l-Esîr (ö. 637/1239) Cizre’de 558 /1163’de doğdu. İlk tahsilini burada gördü. Ardından Musul’a göç etti ve tahsiline orada devam etti. Dil ilimlerinde derinleşti. Salahaddin Eyyûbî’nin hizmetine girdi. Divan kitabetinde bulundu ve sanatlı nesrin gelişmesinde katkı sağladı. Ayrıca dil ve edebiyata dair eserleriyle bu ilimlere dair özgün fikirler ortaya koydu. En ünlü eseri belagat ve edebiyat sahasına dair kaleme aldığı el-Meselu’s-sâir’dir.

Bil ki, şiir veya düz yazı formunda söz kompoze etme sanatı pek çok araca gereksinim duyar. Denilmiştir ki: Yazar olacak kişinin her ilimle ilgili olması gerekir. O kadar ki, şöyle denir: her ilmin erbabı kendisini bu ilme nispet ederek “falan gramercidir”, “falan fakihtir”, “falan kelam âlimidir” derler de, kimse kendisini kâtipliğe nispet edemez, yani “falan kâtiptir” denmez. Bunun sebebi, onun her fenne girmek zorunda olmasıdır. Bütün bunların dayanağı ise tabiattır. Eğer kişide yazar olacak tabiat yoksa buna yardımcı olacak aletlere sahip olması da işe yaramaz. Bu durum demir ısıtılan ocakta gizli olan ateşe ve onunla ısıtılan demire benzer. Eğer ocakta ateş yoksa onun demire hiçbir faydası olur mu? İlimleri öğrenme konusunda garip tabiatlı insanlara dair pek çok haber duymaktayız. Hatta söylendiğine göre kavranması zor ve karmaşık konularda maharet sahibi birisi varmış, bu kişi çok kolay meseleler karşısında apışıp kalır ve onları halledemezmiş. Bundan daha ilginci, şiir konusunda yetenekli bir insanın övgüyü becerip yergiyi becerememesi veya tam aksi yani yergiyi becerip övgü içerikli şiirler yazamamasıdır. Yahut kutlamalara dair yazıp mersiye yazamaması yahut tam aksinin gerçekleşmesidir. Nesir yazarlarının durumu da böyledir. Makâmât sahibi olan ve bu sanatın dönemindeki en büyük temsilcisi olan Harîrî, Bağdat’a geldiğinde onun Makâmât’ına bakılmış ve “bu zat hilâfet divanında inşâ kâtibi olabilir. Güzel bir etki bırakır” denilerek bir mektup yazması istenilmişti de kalakalmıştı. Dili ne uzun ne kısa bir şey diyememişti. Birisi onun hakkında şöyle bir beyit okumuştu:

“Fürs-i Rabîa’dan bir hocamız var, hevesinden sakallarını yoluyor. 
Allah onu memleketi Meşan’da konuşturdu, ama Bağdat’ta dilini bağladı.”

Bu kendisine şaşılan durumdur. Bu konu bana sorulduğunda şöyle demiştim “şaşılacak bir şey değil, çünkü makamelerin hepsi kurtuluşla biten bir hikâyeden yola çıkarlar, yazışmalar ise sahili olmayan bir deniz gibidir. Anlamlar yaşanan olaylarla birlikte sürekli değişmektedir…”

Ziyauddin İbnu’l-Esîr, el-Meselu’s-sâir fî edebi’l-kâtibi ve’ş-şâir, (nşr. Ahmed el-Hûfî, Bedevî Tabbâne), Kahire: Daru Nahdati Mısr li’t-tab’i ve’n-neşr, s. 37–38. 
Çeviren: Ali Bulut

Yazarlığın Kuralları: İbn Kuteybe

Ebû Muhammed Abdullah bin Müslim bin Kuteybe (ö. 276/889), dil, edebiyat, Kur’ân ilimleri, hadis ve tarih alanlarındaki eserleriyle meşhur bir âlimdir. Kufe veya Basra’da doğduğu, kültürlü bir aile çevresinde yetiştiği rivayet edilmektedir. Câhız, Ebû Hâtim es-Sicistânî, İbn Sellâm gibi döneminin seçkin âlimlerinden dersler aldı. Hayatının önemli kısmını Bağdat’ta geçirdi. İslâmî ilimlerin tümünde engin bilgi sahibi olmakla birlikte en çok edebiyatla ilgilendi. Geniş kültür birikimiyle de devlet adamlarının dikkatini çekti. İbn Kuteybe Cahiliye döneminde oluşan ve İslam’la birlikte büyük bir ivme kazanan edebiyat eleştirisinin ilerlemesinde büyük katkısı oldu. Edebiyat alanındaki en önemli eseri Edebü’l-kâtib’dir. Devlet hizmetinde görev alan kâtipler için telif edilmiş olan bu eser, dil, yazı sanatı ve imlâ esaslarıyla ilgili bilgileri ihtiva etmektedir. Aşağıdaki bu eserin mukaddimesinden bir pasaj sunulacaktır. İbn Kuteybe, kâtiplere muhataplarının makam ve mevkilerine göre nasıl bir hitap üslubu sergilemeleri gerektiğine dair bazı bilgiler vermektedir.

… Yazılarındaki sözleri yazan ile kendisine yazılan kişinin makamına göre ayarlamasını güzel buluruz. Makamı düşük insanlar için yüksek sözler veya makamı yüksek insanlar için düşük sözler kullanılmamalıdır. Kâtiplerin bu hususa riayet etmeyi bıraktıklarını gördüm. Bu noktada üslupları karıştırıyorlar. “Falan konuda görüşünü (söyle)” diye yazılacak kişiyle “Falan konuda görüşünüzü açıklarsanız” diye yazılacak kişi arasında fark gözetmiyorlar. “Görüşünü (söyle)” ifadesi denk ve eşit durumdaki kişilere yazılır. Başkanlara ve âlimlere yazılmaz. Çünkü bu ifadede emir anlamı vardır. Bu yüzden (görüşünü) ismin “–i” haliyle yazılmıştır. ( Aynı şekilde ) “Ben şunu yaptım” diye yazılacak kişiyle “Biz şunu yaptık” diye yazılacak kişi arasında fark gözetmiyorlar. ’Biz’ ifadesini ancak âmir veya yasak koyucu makamında olan bir kişi tarafından yazılır. Çünkü hükümdarların ve âlimlerin ifadelerindendir. Yüce Allah “Muhakkak ki biz Kur’ân’ı indirdik” (Hicr suresi 9) ve “Muhakkak ki biz her şeyi bir ölçüyle yarattık” (Kamer suresi 49) diye buyurmuştur. Muhataplara (Biz) öznesi ile başlanarak cevap verilmiştir. Yüce (Allah), ölmek üzere olan kişinin şöyle dediğini hikâye etmiştir: “Rabbim, beni geri gönderiniz, umulur ki salih amel işlerim” (Müminun suresi 99–100). “Rabbim beni geri gönder” dememiştir. Kâtip yazısına “Allah sana ikram etsin ve ömrünü uzun etsin” diye başlayıp da mektubun ortalarında yazıyı yazdığı kişinin suçlarını sayar ve “Allah sana lanet etsin, rezil rüsva etsin” derse (uygun olmaz). Allah nasıl hem ikram hem de lanet eder??!! Bu iki ifade, bir mektupta nasıl bir arada olur? Ebrevîz sözün duruma uygun ayarlanması konusunda kâtibine şöyle demiştir: “Söz şu dört şeyden ibarettir: Bir şeyi istemen, bir şey hakkında sorman, bir şeyi emretmen ve bir şey hakkında haber vermendir. Bunlar sözlerin ana direkleridir. Beşincisini arayacak olursan yoktur. Dördüncüsü eksikse tamam olmaz. Bir şey istersen nazik ve yumuşak ifade kullan. Sorduğun zaman açık seçik sor. Emrettiğin zaman sağlam, güçlü emret. Haber verdiğin zaman (açıklamalarını) sağlam yap. Yine ona şöyle demiştir: “Söylemek istediğin pek çok şeyi kısa ifadelerle bir araya getir”. Bununla îcazı (az sözle çık şey ifade etmek) kastetmiştir. Ancak bu her yerde güzel olmaz. Her yazıda tercih edilmez. Bilakis her bir duruma uygun (söylenmesi gereken) bir söz (üslup) vardır. Îcâz bütün durumlarda güzel olsaydı Yüce Allah Kur’ân’da sadece o üslubu kullanırdı. Fakat Allah böyle yapmamıştır; bazen vurgu yapmak için (sözü) uzatmış, bazen îcaz için kısaltmış, bazen de anlaşılır kılmak için (sözü)tekrar etmiştir. Savaşa veya kabileler arasında kan diyeti verilmesine veya barışa teşvik edecek kişinin sözü kısaltıp, ihtisar etmesi uygun değildir. Aynı şekilde bir fethe ya barış için halka (bir bildiri) yazacak kişinin sözünü kısa tutması hoş olmaz. Bir kâtip bir bölgenin ahalisini itaate ve isyan etmemeleri için çağrıda bulunurken Yezîd bin Velid’in Mervân’a yazdığı gibi yazması etkili olmaz. Kendisine biat etmesi konusunda yavaş davrandığı haberi geldiği zaman Yezîd bin Velîd, Mervân’a şöyle yazmıştı: “İmdi ben senin bir adım ileri bir adım geri attığını görüyorum. Hangisini istersen onu yap vesselam”. Tabii bu mektup Mervân’a hiç şekilde tesir etmemişti. Doğru olan sözünü uzatması, birkaç kere tekrar etmesi, yine sözünün başına dönmesi, sakındırması ve uyarması idi…

İbn Kuteybe thz. Edebü’l-kâtib, Edisyon kritik: Muhammed ed-Dânî, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, s. 18–20. 
Çeviren: Yılmaz Özdemir

Me’âni’l-Kur’ân’dan Örnekler: el-Ferrâ

Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ (ö.207/822) Kûfe’de 144/761-62’de doğdu. İlköğrenimini burada gördü. Basra’ya giderek orada Halîl b. Ahmed ve Yunus b. Habîb gibi dil âlimlerinden dersler aldı. Ardından Bağdat’a gitti ve orada dönemin en yetkin âlimlerinden Kisâî’nin önde gelen öğrencilerinden oldu. Kisâî’nin vefatından (189/805) sonra onun yerine geçti ve böylece hocalık hayatı başlamış oldu. Halife Me’mûn’un çocuklarının da hocalıklarını yaptı. Abbasî sarayında kendisine yer buldu. Ferrâ, hocası Kisâî ile birlikte Arap gramerinde teşekkül eden ikinci ekolün yani Kûfe dil ekolünün kurucularından sayılmaktadır. Arap dilinin kaidelerinin tespitinde Ferrâ’nın büyük hizmeti olmuştur. Özellikle dil ilimleriyle ilgili eserleriyle tanınan Ferrâ’nın en önemli eseri Me’âni’l-Kur’ân’ıdır. O, bu eserinde âyetlerdeki dil özelliklerinden hareketle Arapçanın gramer kurallarını tespit etmeye çalışmıştır.

Fussilet Sûresi’nden:

(Min beyninâ ve beynike hicâb) (Kur’ân 41: 5)

Der ki: Seninle aramızda dinimiz konusunda bir ayrılık ve farklılık vardır. Öyleyse sen bizim helâk olmamız için çalış, biz senin helâk olman için çalışmaktayız. Denilir ki: Dininden bildiğin şeylerle amel et, biz dinimizle amel ederiz. (Lâ yü’tûne’z-zekâte) (Kur’ân 41: 7)

Zekâtın buradaki anlamı şudur: Kureyş hacılara yemek ve su verirdi. Hz. Muhammed’e (sav) iman edenleri bunlardan mahrum bıraktılar. Bu âyet-i kerîme onlar hakkında nâzil oldu. Nitekim bu ifadeden sonra “onların âhireti inkâr etmeleri bundan daha büyük bir günahtır” buyurulmuştur.

(Ve kaddera fîhâ akvâtehâ) (Kur’ân 41: 10)

Abdullah’ın kıraatinde: “kasemse” fiili ile “onda azıkları taksim etmiştir” anlamındadır. “Dünyada yaşamaları ve ticaret yapmaları için insanlara azıklar vermiştir” anlamı kastedilmiştir.

(Kâletâ Eteynâ tâ’iîn) (Kur’ân 32: 11)

(Fiilde) gökler ve yerleri ikil olarak kabul etmiştir. Başka bir âyette de buna benzer bir şekilde (Ve mâ halakne’s-semâe ve mâ beynehumâ) [Göğü, yeri ve o ikisi arasındakileri yarattık…] (Kur’ân 21: 16) buyrulmuştur. (beynehunne) demek caiz olduğu halde böyle denilmemiştir.

(İz câethümü’r-rusülü min beyni eydîhim ve min halfihim) (Kur’ân 32: 14)

Peygamberler, onların atalarına, onlardan önce ve sonra gelen kişilere gelmişlerdir. Ayrıca (hüm) zamiri peygamberlere gönderilerek ’peygamber ardına peygamber’ anlamında olduğu da söylenmiştir.

el-Ferrâ’, Yahyâ b. Ziyâd 1983. Meânî’l-Kur’ân, Alemu’l-kütüb, thk. Ahmed Yusuf Necati, Muhammed Ali en-Neccar, Beyrut, III, s. 13. 
Çeviren: Ali Benli

Bilge ve Âlimlerin Yaptıkları Belâğat Tariflerinin Yorumlanması: el-Askerî

Tam adı Ebû Hilâl el-Hasen b. Abdullâh b. Sehl el-Askerî (ö. 400/ 1009’dan sonra)’dir. Ahvaz’a bağlı Askerimükrem beldesinde doğdu ve burada yetişti. İlim tahsili için İsfahan, Bağdat ve Basra’ya seyâhat etti. En önemli hocası kendi memleketinden olan Ebû Ahmed el-Askerî’dir. Hocası ile karışmaması için “edîb” ünvanıyla anılmıştır. Geçimini temin etmek için ticaretle uğraşmıştır. Ticarî amaçlarla yaptığı seyahatleri dahi değerlendirmiş, gittiği yerlerdeki âlimlerden istifade etmiştir. Arap dili, edebiyat ve şiir tenkidi alanlarında bol eser telif etmiştir. Onun en önemli eserleri, nazım ve nesir kurallarını, toplu bir şekilde ilk defa ele alan Kitâbü’s-sınâateyn, eş anlamlı kelimeler arasındaki mânâ farklarını ele alan el-Furûku’l-lugaviyye ile câhiliye Araplarının kullandığı ve Hz. Peygamber (sav)’in hadislerinde yer alan atasözlerini derleyip açıkladığı Cemheratü’l-emsâl adlı kitaplarıdır.

Belâgatin aslı söylediğim gibidir. Kitabın faydasının tam olması için bu konuda âlimlerden gelen görüşleri zikredip yorumlayacağım.

İshak b. Hassân şöyle demiştir: Hiç kimse belâgati İbnü’l-Mukaffa’ kadar izah edememiştir. O şöyle demiştir: Belâgat birçok mânâsı olan bir kelimedir. Bazen susmakta bazen de dinlemekte belâgat olur. Yine bir şiir, seçili bir ifade veya bir hitâbede belâgat olur. Yerine göre mektuplar da belâgat sayılabilir. Bunların hepsinin yanında bir işâretle mânâyı ifade belâgate daha uygundur. Kısacası belâgat îcâzdır.

“Bazen susmakta belâgat olur” sözünde sükût, mecâz olarak belâgat sayılır. Bu da sözün etkili olmadığı veya delil getirmenin fayda vermediği durumlardadır. Böyle haller, sözü anlamayan câhil, cevap vermekten çekinmeyen âdî kimse, kafasına göre hüküm veren ve takvâya sarılıp da yaptığı zulümden vazgeçmeyen kaba bir zâlim gibi kimselere karşı söylenir. Sözün hayırdan uzak veya kötülüğe sebep olması durumunda sükût evlâdır. Bu konuda şair Ebû’l-Atâhiye şöyle demiştir:

“Her sözün bir cevabı olmaz.
Çünkü hoşlanılmayan şeyin cevabı sükûttur.”

Muâviye (ra) İbn Evs’e şöyle demiştir: “Bana bir sohbet arkadaşı bul.” O da şöyle der: “Ben varken başka bir arkadaşa mı ihtiyaç duyuyorsunuz?” Şöyle der: “Bazen seninle rahatlarım bazen de onunla. Bazı durumlarda susman konuşmandan daha isabetli olur.” Bu söz başka bir şekilde şöyle de ifâde edilir: Her susan aslında konuşur. Yani bir mânâ ifâde eder. Çünkü her şeyde sanat belirtileri açıktır, verdiği öğütler de meydandadır. (Fazl b. Îsâ) er-Rekâşî şöyle demiştir:

Sor yeryüzüne ırmaklarını kim yardı, ağaçlarını kim dikti, meyvelerini kim topladı? Eğer sana konuşarak cevap veremezse bil ki susarak cevap vermektedir.

İskender ölünce bazı Yunanlılar onun başında durup şöyle dediler:

Bu şahıs epey zaman bize sözüyle nasihat etti. Bugün ise sükûtuyla daha çok nasihat ediyor. Ebû’l-Atâhiye bu sözü şu şekilde nazma dökmüştür:

“Senin hayatında benim için nice nasihatler vardı 
Bugünse hayatta olduğundan daha çok nasihat ediyorsun.”

Bu sözlerin hepsinden daha güzel ve daha açık olanı ise Allah azze vecelle’nin şu sözüdür: “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlayamazsınız.” (Kur’ân 17: 44).Yine şu sözüdür: “Göklerde ve yerde bulunan her canlı… Allah’a secde eder.”(Kur’ân 16: 49). Bunların mânâsı şudur: Hepsi sanatlarıyla Allah’ın (varlığını) göstermektedir. Bunlar - her ne kadar secde etmeseler ve bunu dile getiremeseler dahi - sanki secde eder gibidirler. Yine şu söz de bunu göstermektedir: “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah’a secde ederler.”(Kur’ân 13: 15). Yine şu söz de: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlayamazsınız.” (Kur’ân 17: 44) Yani her ne kadar akıl yoluyla anlasanız da duyma yoluyla anlayamazsınız.

Bazı Hintliler de şöyle demişlerdir: Belâgatin başı delil getirmek, sözü tam yerinde söylemektir. Delil getirdikten sonra açıkça ifade etmekte sıkıntı varsa kinâye yoluna gitmektir. Bu durumda kinâyeli anlam daha kısa bir yoldur.

el-Askerî 1406/1986. Kitâbü’s-sınâateyn, nşr. Ali Muhammed el-Becâvî – Muhammed Ebû’lFazl İbrahim, Beyrut: el-Mektebetü’l-asriyye, s. 14–15. 
Çeviren: Ali Bulut