Horasan’dan gelip Konya’ya yerleşen ve hayatı hakkında pek bilgi bulunmayan Hoca Dehhânî, 13. yüzyıl şairidir. I. veya III. Alâeddin Keykubad devrinde yaşamış olduğu tahmin edilmektedir. İntisap ettiği sultanın isteği üzerine yirmi bin beyitlik bir Selçuklu Şehnâmesi kaleme aldığı bilinen, fakat bu eseri henüz ele geçmemiş olan Dehhânî’nin, bugün ona ait olduğu kesinlik arz eden bir kasidesi ve altı adet gazeli vardır. Ömer bin Mezîd’in Mecmûatü’n-Nezâir’i, Eğridirli Hacı Kemâl’in Câmi’u’n-Nezâ’ir’i ve Şeyhoğlu Mustafa’nın Kenzü’l-Küberâ’sında şiirlerine tesadüf edilmesi sevilen bir şair olduğunu gösterir. Hoca Dehhânî’yi bilim dünyasına tanıtan Fuad Köprülü, o dönem şairlerinin pek çoğunun tasavvufî bir mecrada şiir söylemelerine karşılık, Dehhânî’nin şiirlerinde dünya zevklerinden; hasret, arzu, heves, hicran gibi mecazî aşka dair konulardan dem vurması sebebiyle onu Anadolu’da lâdînî klasik şiirin başlangıcı olarak kabul etmektedir. Dehhânî şiirlerinde, bahar mevsiminin gelişi, güllerin açılması, şarap içme zamanının başlaması gibi temalara yer vermiş, aşkın çeşitli hallerini işlemiştir. İfade ve teknik bakımından İran şiirinin etkisi görülse de, kendine has tarzıyla sonraki şairleri büyük ölçüde etkilediği, klasik şiirin temellerini attığı açıktır.
Sabret gönül, derdine derman erişsin diye bekleme. Boş yere kendini ateşe atıp sevgiliye kavuşacağını umma.
Göz sedefinden ne kadar inci (gibi yaşlar) dökersen dök; şu dişi inci, dudağı mercan (sevgili, sana merhamet edip) gelir diye umma.
Ey bülbül! Güle kavuşmak istersen feryad etmeyi bırak. Ağzı gül goncası olanın gülistana geleceğini umma.
Ayrılık acısı ile belin karınca gibi inceldiyse bile bu hasret ne zamana dek sürerse sürsün Süleyman erişir diye umma.
Yakub gibi hüzn ile katlan birkaç gün; Yusuf-ı Ken’an’ın haberi bir gün (mutlaka) gelir diye umma.
Ey bülbül! Feryad, figan etme; gonca gibi ağzını kapalı tut. Gül bahçesinin tekrar -eski demlerine- kavuşacağını umma (bahar geçti).
İnsanın dileğine erişmesi inan çok zordur. Boş yere yaka yırtma; -arzuların- eline kolay geçer diye umma.
Rakiplerin yüzünden o sevgili sana gelmiyor. Şu an kendisinin haberdar olmadığı bu durum bir gün ortaya çıktığında da sana gelecek diye umma.
(Ey sevgili), zavallı Dehhânî’nin bir mum gibi şöylece yandığını görüp de baştan ayağa ömrü tükensin (için için eriyip bitsin) diye umma. (Bitimsiz bir mum gibi senin için sonsuza dek yanacak.)
Tûbâ ağacı senin boyunun gölgesine sığınmasa, cennet ehlinden kimin nazarında bir çöp kadar değeri vardır?
Her ne kadar saçın, hiç ucu yokmuş kadar uzunsa da, güzel kokuları bir araya getiren rüzgara sor da onu sana tel tel, inceden inceye anlatsın.
En iri ve parlak inci tanesi, senin inci dişlerine lala olursa bu unvan ona çok değil midir bu gün?
Gönül; ayva tüylerini, benini ve saçını görüp onların sevdasına düşmüş. Vah zavallı! Neden gözünü karartıp bunca sevdaya düştü ki?
Eğer ay, -denklik davasına düşüp- senin güzelliğinle karşı karşıya gelse, güzelliğine –bu kadar- yaklaşmaktan dolayı yanıp tutuşur.
Uzun boyunu gördüğüm gibi gönül verdim, karşılığında belâ aldım. Bu yüceliğe gönül vermek belâ imiş; bilemedim!
Bu sevdayı başıma kalem yazdı. Kalem gibi başım gitse bile, bu sevda bana sermaye ve kar olarak yeter.
İçimde gece gündüz, gizli gizli yanan sevdanın ateşidir. (Bu ateş) bir gün süveydaya sirayet ederek tutuşacak.
Gerçi Dehhânî (bu kıymetli) sözleriyle, (her türlü değerli madenin çıktığı) bir mücevher ocağıdır ama senin gibi bir gümüş çehreliye gönül verdiğinden beri onun işi yalnız altın olmuştur.
O inci dişli (güzel), durulukta mücevherlere benzeyen ne de güzel bir cevherdir. Yabani gül onun yüzünü her gördüğünde kendini yerden yere vurur.
Yüzü gül, saçı sümbül, boyu servi, dudağı şekerdir. Melek tavırlı, güzel yüzlü; kaşı fettan, gözü büyücüdür.
Ayna, cahillik edip onun yüzüyle karşı karşıya geldi. Böylece herkese aynanın katı yüzü âşikâr oldu.
Şekerden de tatlı, şirin sözleri yüzünden Ferhat gibi dağlara düşsem yeridir.
O kaşa nasıl bakabilirim? Hışmının yayını kurmuş, ardı ardına kirpik oklarını gözüme doğru atar.
Kılı kırk yaran âlimlere eğer kendisi gizlice haber vermezse, belinden kimse asla bir kıl kadar bile haber veremez.
Ey Dehhânî, kara (Hindû) yüz yıkanarak ağarmayacağı gibi, benim de onu öğütle gönülden çıkarmam mümkün değildir.
Bu derdimin acaba bir dermanı yok mu? Ya bu sabr etmenin bir ölçüsü?
Mum gibi baştan ayağa yanıyorum. Nedir; bu yanmanın bir sonu yok mu?
Ben ağladıkça düşman gülüyor. Acaba şu kâfirin imanı yok mu?
Gamzen ok olup ciğerimi deldi. Ara, bak bakalım, o okun demir ucu yürekte durmuyor mu?
Gözünü hançer gibi boynuma vurdu. Acaba o zalimin imanı yok mu?
Kanımı su gibi akıtıp toprağa karıştırdın. Ne sanıyorsun? Garibin kanı yok mu (kan bahası olmaz mı)?
Beyim; Dehhânî’nin ölmeden önce huzuruna çıkma imkânı yok mu?
Bahar geldi, cihanı aydınlattı. Gelin; gül ve gül bahçesini gezelim.
Seher yeli acaba ne sihir okuyup üfledi ki taze güllerle bahçeleri cennete çevirdi.
Leylâ güzelliğini güle mi verdi ki gül, bülbülü bu denli âşık edip Mecnun’a çevirdi.
Eğer gül, okunu bülbülün yüreğine saplamadıysa o okun ucu niçin böyle kızıl kana bulandı?
Sakî dostum olmuş; gül karşımda ve kadeh elimde. Çekemeyenler görünce “ne şahane bir hayat” desinler.
Menekşe gibi boynunu eğip fırsatı kaçırma. Zira şu ömür dedikleri zaman, gül gibi çabuk geçer (solar).
Şarap yürek kanıdır, öldüğünde toprak yutacağına bu gül devrinde onu sen iç. Muhteşem Kârûn nerede!? (dünya ona bile kalmadı)
Birçok dostu ve arkadaşı, Dehhânî yârinden bu şekilde ayrılalı beri işte böyle kumru gibi (boynu bükük) dedi.
Hoca Dehhânî 1926. “Gazeller”, Fuad Köprülü, “Selçukîler Devrinde Anadolu Şâirleri: Hoca Dehhânî”, Hayat Mecmûası, Ankara, s. 4-5; Ömer bin Mezîd Mecmû’atü’n-Nezâir 1995. Tıpkıbasım Yay.: Mustafa Canpolat, Ankara: TDK Yay., 33a-34a, 51a-51b, 133a-133b; Eğridirli Hacı Kemâl, Câmi’u’n-Nezâir, Bayezid Devlet Ktp. 5782, 460a.
Harf Çevirisi: İbrahim Kolunsağ
Ali, Türk edebiyatında dörtlüklerle ve hece ölçüsüyle yazılan ilk Yusuf ve Züleyhâ hikâyesinin yazarıdır. Hayatı hakkında pek bilgi yoktur. Eserinden hareketle, 12. yüzyılın sonları ve 13. yüzyılın ilk yarısında Harezm bölgesinde yaşadığı söylenebilir. Eser hem doğu Türkçesi özellikleri hem de batı Türkçesi özellikleri gösterdiği için, karışık dilli eserler arasında yer alır ve birçok arkaik özellik taşır. Şeyyad Hamza’nın mesnevi tarzında kaleme aldığı Yusuf u Züleyha’sının da ilham kaynağıdır. Eserin yazarı Ali; Harezmli Ali, Kul Ali gibi isimlerle tanınır. Hayatı hakkında fazla bilgi olmadığı için eserin sonunda geçen Kul Ali ibaresinden hareketle Ali ismiyle anılagelmiştir. 13. yüzyılda telif edilmiş, kesin doğru olmamakla birlikte, 1234 yılında kaleme alınmıştır. Manzum olarak yazılan eser, halk şiirindeki koşma ve varsağı nazım şekillerini andırmaktadır. Dörtlüklerde, ilk üç mısra kendi arasında kafiyelidir, dördüncü mısralar ise ’imdi’ redifiyle devam etmektedir. 12’li hece ölçüsüyle yazılmıştır ancak zaman zaman 9, 10, 11, 13, 14 heceli mısralara da rastlanır. Ali, eserinde Ahmed-i Yesevî’nin hikmet tarzını devam ettirmiştir. Eser imla bakımından Arap-Fars ve Uygur yazı geleneklerinin etkisi altındadır. Doğu ve batı Türkçesi ses özellikleri karışık biçimde kendisini gösterir. Yerli yabancı birçok nüshası olan eser üzerine, yurtdışı ve yurtiçi kaynaklı olmak üzere pek çok çalışma yapılmıştır.
Mısır içinde birçok kadınlar
Bunu işitip bir araya geldiler
Kadınlar ayıplayarak konuştular
Her birisi bir türlü söz söyler şimdi
Züleyha kuluna âşık olmuş
Kulu itaat etmemiş çok utanmış
Bu hal üzerine vezir o anda gelmiş
Kulunun kof çıktığını görmüş şimdi
Züleyha’yı ayıplayan o kadınlar
Her birisi bir türlü söz söylediler
Melik hatunu bunun gibi iş yaptı
derler Bütün herkese rezil rüsva oldu şimdi
Züleyha bu durumlardan haber aldı
Büyük bir dernek kurup davet verdi
Oradan buradan dört yüz kadın geldi
O kadınlar bir köşeye geçip otururlar şimdi
Züleyha Yusuf’a çok öğüt verdi
Şimdi benim bu sözümü dinle dedi
Çağırdığım vakit hemen gel dedi
Ay yüzünü bu hatunlar görsün şimdi
Kendi eliyle Yusuf’un saçını örerdi
Üzerine bin bir çeşit elbise giydirirdi
Ķızıl altın renkli tası eline verdi
Meclise getirip sunsun diye şimdi
O kadınlar kürsü üzerine oturdular
Birer turunç ile birer bıçak getirdiler
Alın diye onlara buyurdular
O esnada Yusuf karşılarına çıkar şimdi
Yusuf örtüsünü açarak salındı
O hatunların gözleri ona düştü
Onu gören hepsinin aklı şaştı
Turunç sanıp parmakların keser şimdi
Yusuf’u görmeye uğradılar
Ellerini keserek doğradılar
Ellerinin kesildiğini duymadılar
O kadınların hepsi hayran kalır şimdi
…
Züleyha söyler sizler gördünüz mü
Benim yüzümün solduğunu bildiniz mi
Bir kez görmekle ellerinizi kestiniz mi
Bayılıp düştünüz mü sizler şimdi
Ben Yusuf’u tanırım yedi yıldır
Ona olan aşkım benim her dem artar
Miskin özüm aşk ateşini devamlı çeker
Böyle iken sabrım sizden daha fazla şimdi
Gördünüz mü benim acımın aslı nereden
Bu oğlanın benzi nuru doğar güneşten
Aklı güzelliği görülmemiş binlercesinden
Yüzünü gören canını feda eder şimdi
Züleyha söyler ya benim emrime amade ola
Ya benim derdime merhem ola
Ya hapis kılam zindan içinde kala
Bütün ömrü zindan içinde kala şimdi
Yusuf devamlı yalvarır Allah’ına
Beni gönder Kanzafer’in zindanına
Düşerim günah bataklığına
Yanlış iş yapmaktansa zindan bana daha iyi şimdi
…
İlahi yaratıcı duasını kabul kıldı
Züleyha hilesinden onu Allah kurtardı
Lanetlenmiş şeytanın sözünü batıl kıldı
Bozguncudan kendini uzak tutar şimdi
Ali 2011. “Mısır Hatunlarını Beyan Eder”, Türk Edebiyatının İlk Yusuf ve Züleyha ve Hikâyesi, Ali’nin Kıssa-yı Yusuf’u, haz. Ali Cin, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 294–297.
Sultan Veled, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin büyük oğludur. 1226 yılında Larende’de doğmuş ve 1312’de Konya’da vefat etmiştir. Annesi, Mevlâna’nın ilk eşi Gevher Hatun’dur. Mevlânâ ona kendi babasının adını vermiştir. Başta babası olmak üzere Şam’da ve Konya’da çeşitli âlimlerden eğitim alan Sultan Veled, babasının izinde ilerlemiş ve onun ortaya koyduğu tasavvufî esasları halka yaymayı kendisi için görev saymış, vefatına kadar da bu vazifeyi yerine getirmiştir. Babası gibi Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî’ye intisap etmiş, o ölünce Şems-i Tebrizî’ye, daha sonra da Salâhaddin Zerkûb ve Hüsâmeddin Çelebi’ye bağlanmıştır. Mevlevîliği sistemleştirdiği için bazılarınca tarikatın kurucusu olarak da kabul edilmektedir. Sultan Veled babası kadar büyük bir şair değildir. Gazellerinin çoğu Mevlâna’ya naziredir. Fakat o, Farsça şiirlerinin arasında Türkçe beyitler söyleyerek, Türkçenin de Farsça ve Arapça gibi bir şiir ve edebiyat dili olabileceğini ortaya koymuş; sonraki çağlarda klasik hüviyeti kazanacak olan Osmanlı şiirini adeta müjdelemiştir. Veled-nâme (İbtidâ-nâme), Rebâb-nâme ve İntihâ-nâme başlıklarını taşıyan üç mesnevisi vardır. İbtidâ-nâme’sinde 76, Rebâb-nâme’sinde 162 Türkçe beyti bulunan Sultan Veled’in gazel şekliyle de 20’den fazla Türkçe şiiri bulunmaktadır.
Ey ay u güneş kulun, aldun cânumu bu gün
Ger bir bakasan bana, eksük ne ola senden
(ger: eğer)
Ol ay yüzünü gördüm, kâfir gözüne sordum
Aytdum: “Ne çıkarursan bir gezde beni dinden!?”
(aytdum: dedim; bir gezde: bir defada, bir hamlede)
Sen baysan u ben yoksul, sen beysen u ben bir kul
Tanrı içün, bir yalan degül ki senünvem ben
(bay: zengin; senünvem: seninim)
Benden yukumu kaptun, vardun yalınuz yatdun
Aytgıl, ne belâdur bu, aşkun ne diler benden
(yuku: uyku; aytgıl: söyle)
Ger sen dilemezsen kim, beni deli edesen
Ol ay yüz ile gündüz, damda nişe gezersen
(ger: eğer; nişe: nasıl, niçin)
Paşa[san] sen e gözüm, aytgıl ne diler gönlün
Kimdür ki sana ayda, bu yahşı ve ol yaman
(aytgıl: söyle; ol: o)
Kara kaşlar, kara gözler, canum aldı; canum aldı
Müslümanlar nedür bu kim, bana geldi bana geldi
(kim: ki)
Müslümanlar âşık oldum, süci içdüm deli oldum
Dükeli çağırun götrü, devâ kıldı devâ kıldı
(süci, çağır: şarap; dükeli: cümle, hepsi; göt[ü]rü: tamam, büsbütün)
Seni gördüm, sana geldüm, elüm tutgıl oda düşdüm
İsim verdi, deli oldum; beni Tanrı sana saldı
(tutgıl: tut; od: ateş)
Ne tatludur senün aşkun ki benden gönlümi aldı
Sana bir can fedâ kıldum, iki bin can bana geldi
Anun kim canı nurluydu, Îsâ gibi göğe ağdı
Karanu canlu yer üzre, eşek gibi gerü kaldı
(ağdı: yükseldi; karanu: karanlık, kara; yer üzre: yeryüzünde)
Seni buldum, sana geldüm, gözüm açdum seni gördüm
İsim verdi, deli oldum; beni Tanrı sana saldı
Seni gördüm geçer idün, canum yolın açar idün
Âşıkları seçer idün, kalın yıldırım çaldı
(çaldı: çarptı)
Ulu-kiçi seni sever, seni ister sözin söyler
Güneş gibi yüzin doğar, kamu âlem yüzin doldu
(ulu-kiçi: büyük-küçük)
Halâyıklar canı seçün, bu dünyadan berü kaçun
Gözi açun gözi açun, görün Tanrı neler kıldı
(halayık: kul, köle)
Veled geldi size aydur, ne istersiz sizünledür
Kim usluysa beni bildi, deniz oldı güher buldı
(aydur: söyler; uslu: akıllı, güher: inci, mercan)
Sultan Veled 1941. “Gazeller”, Divanı Sultan Veled, Tıpkıbasım Yay.: F. Nafiz Uzluk, Uzluk Basımevi, İstanbul 1941, s. 117, 238.
Harf Çevirisi: Kayhan Şahan
Hüsrev ü Şirin mesnevisi 1341 yılında Altın Ordu sahasında yazılmıştır. Doğum-ölüm tarihleri de dahil hayatı hakkında –şimdilik– herhangi bir bilgiye sahip olmadığımız Kutub, bu eseri, Nizami’nin aynı adı taşıyan mesnevisinden, Altın Ordu hükümdarı Tini-Bek Han ile onun eşi Melike Hatun adına Türkçeye tercüme etmiştir. Kutub, eserin baş kısmında bulunan bölümlerinde Nizami’de bulunmayan beyitler eklemiştir. Hikâyenin kuruluşu, konusunun seyri ve sonuçları bakımından ise Nizami’ye sadık kalmıştır, ancak Nizami’nin eseri bugüne ulaşan şekliyle 5700 beyit civarında, Kutub’un eseri ise 4370 beyittir. Eserin değişik nüshaları bulunmadığı sürece bu durumun sebebiyle ilgili kesin bir yargıda bulunmak mümkün olmayacaktır. Kutub’un Hüsrev ü Şirin’i Türk yazınında yazılan yirmiyi aşkın Hüsrev ü Şirin veya Ferhat ü Şirin mesnevisinin ilkidir. Bir aşk mesnevisini Türkçe anlatarak dönemin Türkçesinin tüm imkânlarını sergileyen Kutub, yazı diline geçmemiş birçok Türkçe sözcüğü de Türk yazınına kazandırmıştır.
Örümcek ağı gibi bin hile yaparak Hüma kuşunu avladı o fal ile. Görün bu kişiyi ki nasıl bir şey yaptı, peri gibi güzeli divane etti. Çok acayip bir kimseymiş bu kişi, periler de bu kişiden kendini kurtaramaz. Resmini görüp Şirin’in gönlü düştü, der ki bu özüm nasıl bir işe düştü. Öyle oldu ki hiç anlatılası değil, onun söylediklerini söylese de olmaz. Çiçek gibi soldu ve yanağının alı gitti, vücudunda zerre kadar mecali kalmadı. Bunun durumunu bütün kızlar öğrendiler, acayip bir iş oldu diye şaşırdılar. Önceki yaptıklarından pişman olup Şirin’e dediler ki ey can; ne olacaksa olsun işte canımızdan geçelim, bu resmin sırrını öğrenelim, canımız sağ oldukça onu arayalım, bu resmin canı olup olmadığını öğrenelim. Dosta yardım, dostlardan gelir deyip onlardan yardım istedi ve ağladı. Şirin anladı ki arkadaşları doğru konuşuyorlar ve gerçekten de bu işe bir çare arıyorlar. Pek çok iş, gerçekten bir araya gelinerek ve dostların yardımlaşmasıyla bitirilebilir.
Elif gibi düz olan boyum, şimdi lam harfi gibi eğildi, ne gözümde uyku kaldı, ne de can rahatım. Gelin söz gizlemekten vaz geçelim ve bu resme bakıp içki içelim. İçki sofrasını kurmaya başladılar, eğlence hazırlıklarını tamamlayıp oturdular. Sakiler kadehleri ellere sundukça diğer kadehi getirmek üzere hemen tekrar yollandılar. Şirin, acı şarabı içip kendinden geçti ve nergis gözlerinden kan yaşlar akıttı. O huri, kadehi eline almış ve o resmin önünde eğilir. Âşıklık ile sarhoşluk birleşti, dimağı sabretmekten vazgeçti. O kızlardan birini kendine yakın görüp gözcü olarak yol başına oturttu. Ona, gelip geçene resimdeki kişiyle ilgili neler bildiklerini sormasını söyledi. O kız, pek çok kişiye bunu sordu, ancak resimle ilgili bir şey bilen çıkmadı. Resimle ilgili bir şey öğrenemeyen Şirin’in ıstırabı arttı ve ilden ayrılıp gitti.
O büyücü Savur, kasıtlı olarak kendini rahiplere benzetmiş yürüyordu. Şirin onu uzaktan görünce tanıdık biri olduğunu anladı. O rahibi çağırın ve bu resimle ilgili ona sorun, bakalım ne diyecek diye buyurdu. Onun bu sırrı bilmesi ve bundan bizi haberdar etmesi şaşılacak bir durum olmayacaktır dedi. Bu resmin birine ait olduğunu ve bu sırrı da bu rahibin bildiğini seziyorum. Ona hürmet edip yaşlı bir kimsenin önünde yürütsünler. Savur’un ayağının tozunu öpüp o resimle ilgili olup biteni ona anlattılar. Gülüp; bu sözü söylemek ve insanlara bu sırrı yaymak doğru olmaz, dedi. Bu kızlardan biri koşup işittiklerini anlattı. Şirin, bu kızın söylediklerini anlayınca kendini engelleyemedi. Yüreğindeki kanı kaynayıp ciğeri yandı, gideyim ben deyip kendisi o yola düştü. Halhalının sesi dağlarda yankılandı, zülfü misk, dudağı şeker ve bal saçtı. Aşkının elinden sabır feryat etti, salınarak perişan bir halde yürüdü. Güneş yere inmiş de yürüyor gibi o huri, cihana ay yüzüyle ışık verdi. Yine gece gibiydi onun saçlarının rengi, saçar gül yanakları üzerine misk iki zenci. Ressamlar, Şirin’i bu güzelliğiyle resmetmeye tahammül edemeyip başlarını eğdiler. Yine bağrı ayrılık ateşiyle yanıp gitti ve usulünce uzaktan selam verdi. Savur, medh ü sena ile onu karşıladı ve o huri oturdu. Sen kimsin diye sormaya başladı Şirin, nereden geliyorsun ve nerelisin? Seninle ilgili gönlümde bir şüphe geçiyor, gözünde sezdiğim bir belirti var. Soruma cevap ver ey ihtiyar! Sizden bir tedbir bulunması şaşılacak bir şey değildir. Ben öyle bir üstadım ki bütün cihanı gezerim ve neler olup bittiğini bilirim diye cevap verdi. Tanrı benden hiçbir şeyi gizlemedi, dünyada ne varsa hepsini bana açtı. Yeryüzündeki her yeri gezdim ve pek çoğunu gözümle gördüm. Gün doğusundan gün batısına kadar gezdim, bu yeryüzünün kitabını yazdım. Hangi konuda sorarsanız ben anlarım ey can; yabani hayvan, kuş, insan, cin ve peri fark etmez… Bil ki bu resimle ilgili pek çok hikâye var, bana kulak ver, iyi dinle de anlatayım. Bu resmin uzunca bir hikâyesi vardır, eğer burası ıssızlaşırsa sana anlatırım. O güzel buyurdu ve orada bulunan bütün güzeller dağılıp gittiler. Meydanı bütünüyle boş görünce sözünü bir top gibi ortaya bıraktı. Bu resim, cihan sultanı olan bir hakanın resmidir. O, yedi iklim şahının yadigârıdır, güzellikte dünyada bir eşi yoktur. Güzelliğinden dolayı ona güneş deseler yanlış olmaz, hiç kimse onun yüzüne doğru bakamaz...
Kutub 2000. “Şirin’in Hüsrev’in Resmini Görüp Âşık Olması - Savur’un, Hüsrev’in Hikâyesini Şirin’e Anlatması”, Hüsrev ü Şirin, haz. Necmettin Hacıeminoğlu, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 216–220.
14. yüzyılda Süheyl ü Nevbahâr ve Ferhengnâme-i Sa’dî adlı eserleriyle tanınan Hoca Mesud’un hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Hoca Mesud mesnevi edebiyatının önemli simalarından birisidir. 751/1350 yılında yazıldığı sanılan Süheyl ü Nev-Bahâr’ın aslı Farsça olup tercüme edilerek edebiyatımıza kazandırılmıştır. Eser, Yemen padişahının oğlu Süheyl ile Çin fağfurunun kızı Nevbahar arasındaki aşkı konu alan bir aşk hikâyesidir. Anadolu insanının maneviyatını güçlendirerek onlara çeşitli konularda bilgi ve nasihat verme amacında olan Hoca Mesûd’un geniş halk kitlelerine ulaşmak için, o günkü Türkçenin imkânlarını kullanma gayretinde olduğu görülmektedir. Süheyl ü Nevbahar yabancı unsurlarla fazla karışık olmayan, eski kelimelere sıklıkla yer veren, eski Anadolu Türkçesi’nin ses ve şekil özelliklerini taşıyan, dönemin diğer mesnevilerine göre daha sade Türkçeyle kaleme alınmış bir eserdir. Hoca Mesud ayrıca Aksaray-Nevşehir yolu üzerinde bulunan ve İpek Yolu kervanlarının konaklama ve güvenliği için 1231–1237 yıllarında, Hoca Mesud Hanı veya Ağzıkara Han adıyla bilinen bir de han yaptırmıştır.
Ey derdime derman olan ruh-ı revanım ve ey servi boylum aşkının ateşi beni yaktı. Huri bile karşıma çıksa umurumda değildir, gönlüm ve canım gece gündüz yalnızca seni ister. Tanrı’dan sürekli sana kavuşmayı dilerim, bütün hayatımda göreceğim hoşlukları seninle bir an görüşmeye değişirim. Ayrılık ateşi beni yaktı ve sabrım kalmadı, beni koru ve bana merhamet et ey sevdiğim. Kapında eli bağlı köle olmaya razıyım, kanımı da döksen emrine itaat edeceğim.
İşitti onun sesini Nev-Bahâr ve asla rahat edemiyorum dedi. Kalktı ve giysilerini giydi ve bütün süs eşyalarını da takındı. Dama çıktı ve bağa doğru baktı, gölgesi arkadaki suya düştü. Süheyl onu gördü ve gözünü yumdu, aklını dağıtmayıp kendini toparladı. Gördü ki o, kendi kendine düşünüyor, ne yerinden kımıldıyor, ne de çevresine bakınıyor. Örülmüş saçlarını çözüp dağıttı ve sanırsın ki kement attı… Melik-zade o saçları görünce kıvrımlarına gönlünü bağladı. Nakkaşın öğüdünü bir yana bıraktı, sarhoş kişiye öğüt ne fayda eder. O, ansızın başını kaldırıp yukarı baktı ve bütün edebini yere bıraktı. Onun bu bakmasına Nev-Bahâr sevindi ve bu, yar olmaya layık bir kimsedir dedi. Açıkça anladı ki aşka av oldu; aşk, nerede var ise gizli kalmaz. Ona karşı gülün bülbüle gülmesi gibi bir güzel güldü ve onu kendine müptela etti. Âşık olunan güzel, önce yüze güler, ancak aşığın kanını dökmek için de diş biler. Çabucak saçlarını toplayıp gitti ve Süheyl’in aklını başından aldı. Aklı onunla birlikte gitti ve kendini orada bıraktı, aynı canın gidip de teni bırakması gibi oldu. Ne akıl, ne anlayış, ne idrak, ne fikir, ne tedbir ve ne de endişe vardı, düşüp yatmıştı. Nakkaş, geri gelip baktı ki yatmış, ayağa kalkamıyor. Toplandılar ve onu omuzlayıp gizlice kaçtılar. Yağdan kıl çeker gibi yavaşça onu bağdan çıkardılar. Onun halinin dile düşmesini ve kimsenin bilmesini istemiyorlardı. Alıp onu yatağına kadar götürdüler ve yatağının çevresine oturdular. Nakkaş onun yüzüne gül suyu saçtı ve perişan bir haldeyken kendine geldi. Nakkaş, rezil olup gitmendense sabretmen daha iyidir, dedi. Bize, işleri baştan sona düzgün bir şekilde yürütecek yetenekli insanlar gerek; uygun zamanı ve fırsatı gözlesen, sırlarımızı gizleyip kimseye bildirmesin. İnsan sabır ile zafere ulaşır, acele eden kişinin gücü tükenir. Şimdi söyle bakalım, senin çok fazla olan bilgine ne oldu? Süheyl, onu ben görünce canımı onun için terk ettim, dedi... Saçının beliğini kement gibi attı ve benim boynuma bin türlü ip bağladı. İşini bitirdi ve yüzünü gizledi, sanırsın ki peridir, izini kaybetti. Yüzünü görürsen, insan yüzüne benzemez, sakın bana bu aşk belasının üstesinden gel deme. Bundan sonra ben yaşayamam, artık bana öğüt verme, öğüt almam. Nakkaş ona, ey Şehzade, aklını toparlan ki mutlu olabilesin, dedi. Sen sevgiliden ümit kesme, umulur ki Tanrı sana yardım edecektir. Gözünün gördüğünü bulasın ve bütün bu sıkıntılar huzura dönüşe. Eğer onun sana meyle olmasaydı, dama çıkıp asla gelmezdi. Özellikle seni denedi o ve saçını çözüp senin üzerine saldı. Sana karşı gelmesi yakınlık duymasındandır, ben kulunun bildiği de budur. Eğer o da sana aşık olmasaydı, sana böyle bir oyun oynamazdı. Sen bir iki gün sabrediver ki düşmanlarının gözleri kör olsun. Sevdiğinin babası olan Çin hükümdarı, oturmak için senin yanına gelecek. Seninle sohbet edecek ve belki de seni şölene davet edecek. Bu güzel sözleri işiten Süheyl, çok sevindi ve ölmüş gibiyken canlandı. Gece oluncaya kadar mutlu idi, ancak gece olunca halinin nasıl olduğunu sormayın. Sabaha kadar inilerdi, verilen öğütleri nasıl dinleyeydi. Başını yastığa ve vücudunu yatağa koymadı, gözlerini göğe dikip durmuştu. İşi ağlayıp inlemek olmuştu.
Kendi kendine konuşurdu ve içini kendine dökerdi. Benim bu gönlümü alan güzel, acaba elime geçecek mi ey Tanrı’m diye sorardı. Acaba ne zaman onunla kavuşacağım, öpüp kucaklayıp görüşeceğim? Acaba ona kavuşmak kısmet olacak mı, yoksa onun hasretiyle can mı vereceğim? Bunları deyip sabahlara kadar ağlardı, gündüzleri de aynı şekilde geçerdi. Sabah olunca başını kaldırdı, güneşin ışığıyla dağ taş aydınlanmıştı. Nakkaş, Süheyl’in sabahlara kadar kanlı yaş dökmüş olan gözlerini gördü. Nergis gibi uykusuzluktan süzülmüş ve henüz mahmurluğu üzerinden atamamıştı.
Mes’ud bin Ahmed 1991. “Nev-Bahâr’ın Derdiyle Melik-zadenin Şiir Söylemesi”, Süheyl ü Nev-Bahâr; Yayınlayan: Cem Dilçin, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, s. 298–302.
Araştırmacılar, şairin adı konusunda değişik görüşlere sahip olsalar da, Yûsuf-ı Meddâh ismi yaygın bir kabul görmektedir. Şair, meddahlığını da vurgulamak istercesine eserlerinde adını bu şekilde kaydetmiştir. Hayatıyla ilgili fazla bir bilgiye sahip değiliz. 14. yüzyılda yaşadığı kaynaklardaki kayıtlardan anlaşılan şair, Mevlevî’dir ve gençliğinin bir kısmını Azerbaycan’da geçirmiştir. Eserlerinden iyi bir şair olduğu anlaşılan Yusuf-ı Meddah’ın Varka ve Gülşah’tan başka Hamûş-nâme, Dâsitân-ı İblis, Kadı ve Uğru Destanı, Hikayet-i Kız ve Cehud gibi halkın okuma ve eğlenme ihtiyaçlarına yönelik eserleri vardır. Arap kaynaklı Varka ve Gülşah hikâyesi, ilk olarak Fars edebiyatında Ayyukî tarafından Sultan Mahmud-ı Gaznevî adına kaleme alınmıştır. Eserinin başında Ayyukî’den etkilendiğini belirten müellif, hikâyeyi Türkçeleştirmiş, böylece Ayyukî’yi dahi geride bırakacak mükemmel bir mesnevi kaleme almıştır. Hikâyede, Mekkeli Benî Şeybe kabilesinin iki kardeş yöneticisinden Hümâm’ın oğlu Varka ile Hilâl’in kızı Gülşah’ın birbirlerine âşık olduktan sonra başlarından geçenler, aşkları yüzünden ölüme gitmeleri ve Hz. Peygamber’in duasıyla dirilip birbirlerine kavuşmaları, yerli unsurlar eşliğinde anlatılmıştır. Altı meclis ve 1743 beyitten oluşan Varka ve Gülşah, halk arasında uzun yıllar sevilerek okunmuştur.
Hz. Muhammed devrinde Zâhir ibn-i Hayy Benî Şeybe adlı bir kabile vardı. Mekke çevresinde yaşayan bu kabilenin ünü tanıdık tanımadık herkese yayılmıştı. Bu kabilenin kardeş olan iki reisi vardı. Bunlar iyi bahadırlardı ve yiğitlikteki ünleri de her yere ulaşmıştı. Kardeşlerden biri Hilal adıyla meşhurdu, diğerinin adı ise Hümâm idi. Allah’ın takdiriyle bir gece Hümâm’ın inci tanesi gibi parlayan bir oğlu oldu. Hilâl’in de o gece bir kızı oldu ve o da (böylece) bir mücevher buldu. Ey güzel huylu (okuyucu); Hümâm’ın oğluna Varka, kıza da Gülşah adını verdiler. İnci tanesi gibi tertemiz idiler ve bir yıl boyunca sütanneler bunları emzirdiler… Anne ve babaları bunlarla çok mutlu oldular ve daha beşikte iken birbirlerine nişanladılar. Bu Hoten güzelleri (ceylanları) beş yaşına geldiklerinde yüzleri gül, bedenleri yasemin yaprağı gibi olmuştu. Her birinin saçı mis kokulu bir kement, saçlarının her kıvrımı bin aşığın canına bağ oldu. Gözleri işveyle gönülleri çeler, âşıklara canlar bağışlardı. O iki parlak dolunay, haddinden fazla güzellikle benzersiz oldular. Bunları bilgi ve edep öğrensinler diye birlikte okula gönderdiler… Bunlar, birlikte okula giderlerdi ve hoca onlara ders verirdi. Okulda bunlar birbirlerine âşık olup candan sevmeye başladılar. Âşık olup birbirlerini sevdiler, ney gibi aşk ateşine kavuştular. Eve de birlikte gelirler ve gece de yatağa birlikte girerlerdi. O iki ışık her gece bir döşekte, güneş gibi kucaklaşıp yatardı. Her sabah yataktan kalktıklarında evde güneş ve ay doğmuş gibi olurdu. Aşkın ve ayrılığın zor gelmesinden dolayı bunlar, bir an bile birbirlerinden ayrılamazlar… Varka ve Gülşah, iki şeker dudaklı, birlikte bilgi ve edep öğrendiler. Yedi yaşına geldiklerinde yazı yazmaya ve okumaya başladılar. Hümam oğlunu, savaş oyunlarını iyice öğrenmesi için bir silahşorun yanına verdi. Birbirinden bir saat ayrı düşen sevgililerin her biri hastalanıp bir yana düşer oldu. Bir an Gülşah, Varka’yı görmese, Varka ağlayıp o dolunayı arar. Sevgilisi Gülşah’ı bir an görmemeye tahammülü kalmadı. Bunlar ayrılığa dayanamadılar ve hasta olmaya başladılar. Birbirlerini görmeyip ağlarlar, hasretle ayrılıktan yanar yakılırlar. Hilal, kızı Gülşah’ın Varka’sız yaşayamayacağını anladı. Hayyî Benî Şeybe kabilesinin tamamı, bu ikisinin birbirini sevdiğini anladılar. Herkes, Varka ve Gülşah’ın birlikte olması gerektiğini söyledi ve Gülşah’ı oraya götürün de burada yalnız başına ağlamasın dediler.
Yûsuf-ı Meddâh 2007. “Varka ve Gülşah Hikâyesi”, Varka ve Gülşah, haz. Kazım Köktekin, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 122–126.