5. Medine’deki Dinî ve Hukuki Uygulamaların Kaynak Değeri Üzerine

Mezhep kurucusu, büyük fıkıh âlimi ve müctehit olan Mâlik b. Enes (ö. 179/795) Medine’de yaşamış ve Hicaz bölgesindeki İslam hukuk anlayışını temsil etmiştir. Maliki mezhebi günümüzde Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’ta yaygındır. Mâlik b. Enes sünnet ve hadislere uyma, özellikle de “amelü ehli’l-Medine” adıyla bilinen Medine halkı ve âlimleri tarafından kabul edilen dinî ve hukuki uygulamalara bağlılığıyla tanınmıştır. Rivayet ettiği hadis ve uygulamaları topladığı eseri el-Muvatta meşhur olmuştur. Mâlik b. Enes’in Medine’deki uygulamaları esas alması diğer bilginler tarafından eleştirilmiştir. Mâlik b. Enes’le tanışmış olan Leys b. Sa’d (ö.175/791) Mısır’da ikamet eden müctehid âlimlerden biriydi. Leys b. Sa’d’ın Medine’deki uygulamaya aykırı düşen bazı fetvalar verdiğini duyan Mâlik b. Enes ona bu konuyu içeren bir mektup yazmış, Leys b. Sa’d da ona aynı şekilde bir mektupla cevap vermiştir. Her iki mektup tarih ve biyografi kaynaklarında yer almaktadır. Aşağıda Mâlik b. Enes ve Leys b. Sa’d’ın mektupları peş peşe verilmektedir.

Mâlik b. Enes’in Leys b. Sa’d’a Gönderdiği Mektup

Mâlik b. Enes’ten Leys b. Sa’d’a

Selamün aleyküm (Selâmet/Esenlik üzerine olsun). Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamdederim. Allah gizli ve açık her halimizde sizi ve bizi kendisine itaat etmemizi sağlayarak korusun, bizi ve sizi her türlü kötülükten muhafaza etsin.

Sana yazdığım şu anda ailem ve çocuklarım hepimiz iyiyiz, Allah’a hamdolsun. Bana mektubun ulaştı. Mektubunda halini ve Allah’ın sana verdiği nimetleri anlatıyorsun. Bunun için memnun oldum ve Allah’ın sana ve bize verdiği güzel nimetleri devam ettirmesini ve bizi ona şükretmeye muvaffak kılmasını dilerim. Senin bana gönderdiğin kitapları bendeki asıllarıyla karşılaştırmamı ve sana geri göndermemi istemişsin, bunu yaptım ve senin istediğin şekilde içinde bulunan bazı yanlışları düzelttim, her bir kitabı mühürledim, mührümde “Hasbiyallah ve nime’l-vekil” yazmaktadır. Senin dostluğunu korumak ve dileğini yerine getirmekten memnunum ve sen buna layıksın. Bir süre bu kitapları sana göndermeyi geciktirdim; çünkü hac mevsiminin bitmesini bekliyor ve onları mektubunu bana getiren kişiyle geri göndermeyi istiyordum. Ona bu mektup ve kitapları verdim ve senin hak ve yakınlığının gerektirdiği şekilde bu kitaplarla ilgili elimden gelen gayreti gösterdim. Senin böyle bir konuda bana başvurman beni sana bir tavsiyede bulunmaya teşvik etti ve senin katında bu tavsiyemin kabul görmesini ümit ettim. Senin hakkında görüşüm öteden beri iyi olmakla birlikte bu günden önce sana bu tavsiyede bulunmamamın sebebi senin bu tür konularda bana daha önce danışmaman ve bana mektup yazmamandır.

Bil ki; senin –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– bizim burada içinde bulunduğumuz şehirde (Medine’de) yaşayan insanların bildiğine aykırı ve farklı görüşlerle insanlara fetva verdiğini duydum. Güvenilirliğin, üstünlüğün, memleketindeki halkın sana verdiği değer, oradaki insanların sana olan ihtiyacı ve senden duyduklarına itimat etmeleri sebebiyle sen, kendi iyiliğin için endişe etmek ve uymakla kurtulmayı umduğumuz şeylere uymak durumundasın. Yüce Allah kitabında şöyle der: “İslâm’ı ilk önce kabul eden Muhâcirler ve Ensar4 ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, işte onlardan Allah razı olmuştur...” (Kur’ân 9: 100) ve şöyle demiştir: “Sözü dinleyip onun en güzeline uyan kullarımı müjdele...” (Kur’ân 39: 17–18).

İnsanlar Medine halkına uyarlar; çünkü hicret oraya yapılmıştır; Hz. Peygamber onların arasındayken Kur’ân orada inmiş, helâl ve haram orada bildirilmiştir. Onlar vahye ve Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlardır. Hz. Peygamber onlara emreder ve onlar itaat ederdi; onlar için hüküm koyar ve onlar buna uyardı. Allah onun ruhunu alana ve kendi katındakini onun için seçene kadar durum böyle devam etti, Allah’ın salât, rahmet ve bereketi onun üzerine olsun.

Sonra onun ardından ümmetinden ona en çok uyan ve ondan sonra işi üstlenenler başlarına gelen olaylarda hükümler verdiler; bildiklerini uyguladılar; bilmediklerini ise sordular ve gerek ictihadlarıyla, gerekse Hz. Peygamber dönemine yakın olmaları itibariyle o konuda ulaştıkları en güçlü kanaate uydular. Onlara birisi karşı çıktığında veya bir adam başka bir görüşün bundan daha güçlü ve öncelikli olduğunu söylediğinde onun görüşü terkedilir ve başkasıyla amel edilirdi.

Sonra onların ardından gelen ve onlara uyanlar aynı yolu izlediler ve aynı sünnetlere uydular. Bir iş Medine’de yaygın şekilde biliniyor ve uygulanıyorsa kimsenin buna karşı çıkmasını doğru görmem; çünkü onlar kimsenin yalan yoluyla sahiplenemeyeceği bir mirasa sahiptir. Diğer şehir halkları: “Bizim şehrimizde uygulama bu yöndedir ve bizden öncekiler de bu şekilde hareket ediyordu deseler bundan emin olamazlar ve Medine halkı için söylenen şey onlar için söylenemez. 
4 Muhacirler Mekke’den Medine’ye göç eden Müslümanlar, Ensar ise Medine’nin yerli halkından Müslüman olanlardır.

Benim sana yazdıklarımı kendin için düşün –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– ve şunu bil: Ben öyle ümit ediyorum ki; beni sana bunları yazmaya iten tek sebep Allah için öğüt vermek, senin iyiliğini düşünmek ve seni esirgemektir.

Her işte ve her durumda Allah bizi ve sizi kendisine ve peygamberine itaat etmeye muvaffak kılsın. Yüce Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun.

el-Fesevî, Yakub b. Süfyan 1410. el-Ma’rife ve’t-târîh, nşr. Ekrem Ziya el-Umerî, Medine, Mektebetü’d-Dâr, I, 695–697; Kadı Iyaz 1418/1998. Tertîbü’l-Medârik (nşr. M. Sâlim Hâşim), I, s. 21.  
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Leys b. Sa’d’ın Mâlik b. Enes’e Gönderdiği Mektup

Selamün aleyküm. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamdederim. Allah bize ve size afiyetler versin, dünya ve ahirette sonumuzu güzel kılsın.

Halinizin iyi olduğunu ifade ettiğiniz mektubunuz bana ulaştı, buna memnun oldum, Allah iyiliğinizi devamlı kılsın, sizi kendisine şükretmeye muvaffak etsin, ihsanını artırıp üzerinizdeki nimetini tamama erdirsin.

Sana gönderdiğim kitaplara baktığını, onları düzelttiğini ve onları mührünle mühürlediğini ifade etmişsin. Bu kitaplar bana ulaştı, onlarla ilgili yaptıkların için Allah senden razı olsun; bu kitaplar sana nispet edilerek bize gelmişti; ben de senin onlara bakmanı ve bu şekilde kitapların gerçeğini öğrenmek istedim.

Ayrıca, sana gönderdiğim ve kitaplarımı düzeltmeni istediğim mektubumun, seni bana öğüt verme hususunda cesaretlendirdiğini ve verdiğin bu öğüdü önemsememi istemişsin... Bu yazdıklarında isabet etmişsin ve mektubu senin benden istediğin şekilde algıladım ve okudum.

Ortağı olmayan ve âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun ki; ilim sahibi olduğu söylenenler arasında, aykırı (şaz) fetvalardan nefret etme, önceki Medine âlimlerini üstün görme ve görüş birliği içinde oldukları konularda onların fetvasına uyma hususlarında benden daha ileride olan kimse bilmiyorum.

Hz. Peygamber’in Medine’de ikamet etmesi, ashabının arasındayken orada Kur’ân’ın ona inmesi, Allah’ın onlara Kur’ân’dan öğrettikleri ve insanların bu konuda onlara uyması hususlarında söylediklerin tamamen dediğin gibidir.

Yazdığın “İslâm’ı ilk önce kabul eden Muhâcirler ve Ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, işte onlardan Allah razı olmuştur...” (Kur’ân 9: 100) âyetine gelince, İslâm’ı ilk kabul edenler Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla onun yolunda cihad etmek için seferlere çıkmışlar, ordu-şehirler kurmuşlar, insanlar onların etrafında toplanmış, onlar da bu insanların arasında Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini yaymış, bildikleri hiçbir şeyi onlardan saklamamışlardır. Her bir ordu-şehirde onlardan bir grup bulunuyor, Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini öğretiyor, Kur’ân ve sünnetin açıklamadığı hususlarda reyleriyle/görüşleriyle ictihad ediyorlardı. Bu hususta Müslümanların kendilerini yönetmek için seçtikleri Ebû Bekir, Ömer ve Osman önde gidiyordu. Bu üç kişi Müslümanların ordu-şehirlerini ihmal etmiş veya onlardan habersiz değildi; tam aksine onlar küçük konularda bile dinin emrinin yerine getirilmesi ve Kur’ân ve sünnete bağlı kalınıp ihtilafa düşmekten kaçınılması için oralara mektuplar gönderiyorlardı. Onlar bu şekilde, Kur’ân’ın açıkladığı, Hz. Peygamber’in uyguladığı veya ondan sonra kendi aralarında birbirlerine danıştıkları her konuyu insanlara öğrettiler. Hz. Peygamber’in ashabının, Ebû Bekir, Ömer ve Osman dönemlerinde Mısır, Şam ve Irak’ta uyguladıkları ve vefat edene kadar değiştirmeden uygulamaya devam ettikleri hususlarda, bugün Müslümanların şehirlerinde yaşayanların, kendilerinden önceki Hz. Peygamber’in ashabından ve onlara uyan ikinci nesilden (tâbiinden) oluşan seleflerinin ortaya koymadığı yeni bir uygulamayı ortaya çıkarmalarını biz de kabul etmiyoruz. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in ashabı fetva verirken birçok konuda farklı görüşler ortaya koymuşlardır; senin bunları bildiğini bilmeseydim örneklerini burada yazardım.

Onlardan sonraki nesil (tâbiin), meselâ Saîd b. Müseyyeb (94/713) ve emsalleri, Hz. Peygamber’in ashabından sonra birçok konuda çok farklı görüşler ortaya koymuşlardır.

Onlardan sonra gelenler de farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Medine’de ve başka yerlerde bu nesilden olanlara yetiştik. Bunların başında İbn Şihâb ez-Zührî (124/742) ve Rebîa b. Ebû Abdurrahman (136/753) geliyordu. Rebîa’nın önceki nesillerin kimi görüşlerine aykırı görüşler ortaya koyduğunu sen de biliyorsun ve buna şahit oldun. Ben, onun hakkında senin ve Medinelilerden görüşlerine güvenilen Yahya b. Said (143/760), Ubeydullah b. Ömer (147/764), Kesir b. Ferkad ve Kesir’den daha yaşlı olan başkalarının sözlerini işittim. Hoşuna gitmeyen bu sözler yüzünden sen onun meclisinden ayrılmak zorunda kalmıştın. Ben, seninle ve Abdülaziz b. Abdullah’la (164/780) Rebîa’nın gözünden kaçan bazı hususları müzakere etmiştim ve siz benim yanlış bulduğum hususlarda bana muvafakat etmiştiniz, benim yanlış bulduğumu siz de yanlış bulmuştunuz. Bununla birlikte Rebîa’da – Allah’a hamdolsun– çok hayır, güçlü bir akıl, üstün bir dil, açık bir fazilet, İslâm üzere güzel bir yol izleme, genelde kardeşlerine ve özelde bize karşı sadık bir dostluk vardır. Allah ona rahmet eylesin, onu affetsin ve yaptıklarının sevabını fazlasıyla versin.

Kendisiyle görüştüğümüzde veya birimiz kendisiyle yazıştığında İbn Şihâb’ın (124/742) birçok defa farklı görüş açıkladığı olurdu. Bazen bir şeyde –görüş ve bilgisinin üstünlüğüne rağmen– birbiriyle çelişen üç çeşit cevap yazar ve o konuda daha önce açıkladığı görüşünü hatırlamazdı.

İşte terk etmemi yanlış bulduğun görüşleri ben bu sebeplerle terk ediyorum. (Meselâ) yağmurlu gecelerde Müslümanların şehirlerinde namazların cemedilmesi (akşam ve yatsı namazlarının birlikte kılınması) konusunda onu ayıplayıp yanlış bulmamı sen de biliyorsun. Şam’ın yağmuru Medine’nin yağmurundan Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar fazla olmasına rağmen orada hiçbir imam yağmurlu gecelerde namazları cemetmemiştir. Onların içinde Ebû Ubeyde b. Cerrah (18/639), Halid b. Velid (21/642), Yezid b. Ebû Süfyan (18/639), Amr b. As (43/664) ve Muaz b. Cebel (18/639) (gibi sahabiler) vardı. Hz. Peygamber’in “Helâl ve haram hakkında en bilgiliniz Muaz b. Cebel’dir” ve “Kıyamet günü Muaz âlimlerin bir adım önünde gelir” dediği bize ulaşmıştır. Yine onların içinde Şurahbil b. Hasene (18/639), Ebü’d-Derda (32/652) ve Bilal b. Rebah (20/641) bulunmaktaydı. Mısır’da Ebû Zer (32/652), Zübeyr b. Avvam (36/656) ve Sa’d b. Ebû Vakkas (55/675) bulunuyordu. Humus’ta Bedir savaşına katılmış yetmiş sahabi vardı. Irak’ta ve Müslümanların yaşadıkları şehirlerde İbn Mes’ud (32/653), Huzeyfe b. Yeman (36/656) ve İmran b. Husayn (52/672) bulunuyordu. Ali b. Ebû Talib (40/661) senelerce Irak’ta kaldı ve yanında birçok sahabi vardı ve bunların hiç biri akşam ve yatsı namazlarını cemetmedi.

Bir şahidin şahitliği ve hak sahibinin yeminiyle hüküm verme meselesi de buna benzer. Sen eskiden beri Medine’de bu şekilde hüküm verildiğini biliyorsun; ama Şam, Humus, Mısır ve Irak’ta bulunan Hz. Peygamber’in ashabı bu şekilde hüküm vermemişlerdir ve bu şekilde hüküm vermeleri için doğru yolu izleyen halifeler: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali onlara bir yazı da yazmamışlardır. Sonra Ömer b. Abdülaziz (101/720) halife olunca –ki; onun sünnetleri ihya, dinin hükümlerini yerine getirmede ciddiyet, görüşte isabet ve daha öncekilerin uygulamalarını bilme hususlarındaki durumunu biliyorsun- Ruzeyk b. Hakim ona yazdığı mektupta şöyle dedi: ’Sen Medine’de (valiyken) bir şahidin şahitliği ve hak sahibinin yeminiyle hüküm verirdin’. Ömer b. Abdülaziz ise ona şu cevabı yazdı: “Medine’de biz öyle hüküm veriyorduk; Şam’a gelince buranın halkının böyle yapmadığını gördük; artık iki güvenilir erkek ya da bir erkek ve iki kadının şahitliği olmadan hüküm vermeyiz.” Ayrıca o, yağmurlu gecelerde akşam ve yatsı namazlarını hiç cemetmemiştir; halbuki bazen Hunasıra’da oturduğu evinin üstüne yağmur bardaktan boşanırcasına yağardı.

Buna benzeyen başka bir mesele şudur: Medineliler kadınların mehri7 konusunda şöyle hüküm verirler: Bir kadın dilediği vakitte müeccel (tecil edilen, sonraya bırakılan) mehrinin hemen ödenmesini isteyebilir ve bu durumda mehri ona ödenir. Irak, Şam ve Mısır halkı da bu konuda Medinelilerle aynı görüştedir. Ancak Hz. Peygamber’in ashabından ve onlardan sonraki nesilden (tâbiinden) hiçbir kimse ölüm ya da boşanma –ki kadın bu durumda hakkını ister– sebebiyle eşlerin ayrılması durumu dışında kadına müeccel mehrinin verilmesine hükmetmemiştir.

Bir diğer mesele şudur: Medineliler, dört ay geçse bile, hâkim neye karar verdiğini sormadığı sürece, îlâ yapan (eşinden uzak durmaya yemin eden) kimsenin boşanmış sayılmayacağı görüşündedir. Bu görüş Abdullah b. Ömer’den rivayet edilmekteydi. Halbuki Nâfi (117/735) bana, Kur’ân-ı Kerim’de geçen îlâ hakkında Abdullah b. Ömer’in (73/692) şöyle dediğini aktardı: “Süre bittiğinde, îlâ yapan için Allah’ın emrettiği gibi eşine dönmek ya da boşanmaya kesin karar vermek dışında helâl olan bir seçenek yoktur.” Siz ise onun Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen dört aydan sonra hâkim önüne çıkmadan beklemesi halinde boşanmış sayılmayacağını söylüyorsunuz. Bize ulaştığına göre Osman b. Affan (35/656), Zeyd b. Sâbit (45/665), Kabîsa b. Züeyb (86/705) ve Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf (94/713) îlâ hakkında şöyle demişlerdir: ’Dört ay geçince bu bir bâin (dönüşü olmayan) boşanma sayılır’. Saîd b. Müseyyeb (94/713), Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Hâris b. Hişam (94/713) ve İbn Şihab (124/742) ise: “Dört ay geçince bu bir boşanma sayılır ve iddet süresi içinde dönüş olabilir” demiştir.

Bir diğer mesele şudur: Zeyd b. Sâbit şöyle derdi: “Bir adam eşine boşanma yetkisi verdiği zaman, eşi evliliği devam ettirmeye karar verirse bu bir boşanma sayılır, kendisini üç defa boşarsa bu da geçerli olur.” Abdülmelik b. Mervan (86/705) bu yönde hüküm vermiştir. Rebîa b. Ebû Abdurrahman da bu görüşteydi. Halbuki insanların neredeyse hepsi kadının evliliği devam ettirmeye karar vermesi halinde bunun boşanma sayılmayacağı, kendisini bir veya iki defa boşaması halinde evliliğe dönüşün mümkün olduğu, kendisini üç defa boşaması durumunda ayrılığın kesinleştiği ve kadının ancak başka bir erkekle evlenip onunla birlikte olduktan sonra bu eşinin ölmesi veya onu boşaması durumunda eski eşine dönebileceği görüşündedir. Ancak adam aynı mecliste eşine: “Ben sana sadece bir defa boşama yetkisi verdim” derse kendisine yemin ettirilir ve eşiyle evli kalmasına müsaade edilir...

Ayrıca sizin, bizim uygun görmediğimiz bazı fetvalar verdiğinizi duyduk. Bunların bir kısmıyla ilgili sana mektup yazdım, ama bana cevap vermedin, ben de bunun hoşuna gitmediğini düşünerek yanlış bulduğum bazı konularda senin görüşünü eleştirmek için sana mektup yazmaktan vazgeçtim. O konulardan biri şuydu: Senin, istiska namazı kıldırmak isteyen Züfer b. Asım el-Hilâlî’ye namazı hutbeden önceye almasını emrettiğini duydum. Bunu çok yanlış buldum; çünkü hutbe ve istiska namazında Cuma namazının kılınışı örnek alınır; sadece imam hutbeyi bitirmeye doğru dua ederken ridasının (bedenin üst kısmını örten kumaş parçasının) içini dışına çevirir, sonra iner ve namazı kıldırır. Ömer b. Abdülaziz (101/720), Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm (120/737) ve başkaları istiska namazı kıldırmış, hepsi hutbe ve duayı namazdan önce yapmıştır. İnsanların hepsi Züfer b. Asım’ın bu yaptığını saçma ve yanlış bulmuştur.

Bir diğer mesele şudur: Duyduğuma göre sen, her bir ortağın malı kendi başına nisap miktarına ulaşmadıkça ortakların mallarından zekât vermelerinin gerekmediği görüşündeymişsin. Hz. Ömer’in mektubunda onların mallarından zekât ödenmesi gerektiği ve ortakların kendi aralarında eşit bir şekilde hesaplaşacağı yazılıdır. Bu, Medine valiliği döneminde Ömer b. Abdülaziz (101/720) ve başkaları tarafından da uygulanmaktaydı. Kendi zamanında üstün âlimlerden sayılan Yahya b. Saîd (143/760) bunu bize anlatmıştı, Allah ona rahmet eylesin, onu affetsin ve cennetine yerleştirsin.

Bir diğer mesele şudur: Duyduğuma göre sen, bir adam iflas ettiğinde, daha önce ona mal satan kişi malın bedelinin (semenin) bir kısmını almış ya da müşteri bedelin bir kısmını harcamışsa, davacının malın ne kadarını buluyorsa o kadarını alması gerektiğini söylüyormuşsun. Halbuki eskiden beri insanlar şu görüştedir: Satıcı bedelin bir kısmını alır veya müşteri bedelin bir kısmını harcarsa borç artık malın aynıyla (kendisiyle) ödenmez.

Bir diğer mesele şudur: Sen Hz. Peygamber’in Zübeyr b. Avvam’a sadece bir at için ganimetten pay verdiğini söylüyorsun. Halbuki insanların hepsi Hz. Peygamber’in Zübeyr’e iki atı için dört pay verdiğini, üçüncü atı için pay vermediğini rivayet ediyorlar. Ümmetin tamamı, Şam, Mısır, Irak ve Afrika halkının hepsi bu hadiste görüş birliği içindedir, bu konuda aralarında hiç ihtilaf yoktur. Bunu güvenilir bir kişiden duymuş olsan da bütün ümmete karşı gelmemen gerekirdi.

Bunlara benzeyen başka birçok meseleye burada değinmedim. Uzakta olsan da varlığınla ünsiyet bulmamın yanında, insanlara faydalı olmanı umduğum ve senin gibi birisinin gitmesi halinde ortaya çıkacak boşluktan korktuğum için Allah’ın seni muvaffak kılmasını ve sana uzun ömür vermesini dilerim.

Senin benim katımda yerin ve hakkındaki görüşüm budur; bundan emin ol. Kendin, çocukların ve ailenin durumuyla ilgili haberlerine dair mektuplarını eksik etme. Senin veya ilgilendiğin herhangi bir kimsenin bir ihtiyacı olursa bana bildir; ben bundan sadece memnun olurum.

Bu mektubumu yazarken biz –Allah’a hamdolsun– iyiyiz ve afiyetteyiz. Bize verdiği nimetlere karşı şükretmeyi nasip etmesini ve bu nimetleri tamama erdirmesini Allah’tan dileriz. Allah’ın selam ve rahmeti üzerine olsun.

el-Fesevî, Yakub b. Süfyan 1410. el-Ma’rife ve’t-târîh (nşr. Ekrem Ziya el-Umerî), Medine, Mektebetü’d-Dâr, I, s. 687–695.  
Çeviren: Mehmet Boynukalın