Tasavvuf, özellikle de onun zühd, takva ve tezkiye hareketi anlamındaki ilk biçimi, teoriden ziyade İslam’ın uygulamalı bir inanç veya ahlak öğretisi olarak görüldüğü için Batılılar tarafından İslam felsefesi çerçevesinin tamamen dışında tutulmuştur. Onların gözünde tasavvufu, İslam felsefesi veya Müslüman felsefesi adını verdikleri fikir dokusunun organik bir parçası haline getiren zühd, takva ve tezkiye anlamındaki tasavvuf değil, özellikle Plotinus’un Hıristiyanlık melezi felsefesini inşa ettiği Enneades’in temellerine dayanan tasavvuf, yani teosofidir.
İslam tasavvufu takva ve tezkiye kavramından aşk kavramına doğru uzun süren bir evrim geçirmiştir. Bu evrim tarihsel olarak, ilkin Hz. Muhammed zamanında yaşanan ve özlem duyulan ’gerçek İslam’ idealine ulaşma gayesi biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu gaye etrafında gelişen tasavvufi düşünceler, özellikle İslam’ın kurumsal bünyesinde yükselen dünyevileşme ve yaşanan toplumsal sorunların verdiği çözümsüzlük duygusu tarafından güdülenmiştir. Aşk merkezli tasavvufun Pers kültür havzasında, özellikle de trajedik bir biçimde şekillenmesinde, hiç şüphesiz –genellikle Sünnî Arap kaynakların vurguladığı üzere– bir Şia veya Pers bağlantısı görmek şaşırtıcı değildir.
Bu bağlantının bir ayağında, İslam kültürü içinde, görünüşte Emevîlerin gerçekteyse Roma’nın yarattığı acı yatıyorken, öbür ayağında Pers-Helen ortak trajedi duyuşu yatar.
Tasavvufun gelişiminde ve daha sonra teosofi biçiminde evrimleşmesinde rol oynayan belli başlı etkenler şunlardır:
Aşk temeline dayanan evrimleşmiş tasavvufun, acıya yönelmeyi ve acıdan haz duymayı, ardından “nefsini öldürmek” terimiyle özetlenen insani duygulardan kurtulmayı (exorcise) yöntemsel olarak zenginleştirdiğinde şüphe yoktur. Bu yönelişin kökeninde, apaçık şekilde Pers ve Arî trajedi duyuşunda temellendirilebilen ben-toplum ilişkisi anlayışı ile doğu Akdeniz’deki kültürlerde uzun bir geçmişi bulunan Tanrı’ya insan adama anlayışı yatar. Benin biz içinde erimesini sağlayan aşkın, edebi olarak epik değil de trajedik biçimde tasvir edilmesinin nedeni, Aristoteles’in söylediği gibi trajedinin kendi içinde tamamlanmışlığı ile onun merhamet ve korku duygusunun izleyicide yarattığı arınma (katharsis=et-tezkiye) ile duygulardan veya kötülüklerden arınmanın yol açtığı sükûnet duygusudur. Çünkü duygular, benin başkalarından ayrılmasını sağlayan psikolojik sınırlardır; bu sınırlar ortadan kaldırılmadan benin biz haline gelmesi ve böylece yaşayan benin hem hazdan hem de acıdan kurtulması mümkün değildir. Trajediyle yok edilen bireysellik ilkesi (principum individuationis), hatta Schopenhauer’ın deyişiyle ’yaşama isteği’ iken, dünya kötülük yurdu olarak ilan edilir: ’Yaşasın zalimler için dünya!’ Trajedinin kahramanı, gerçekte insanların günahlarını ve kötülüklerini temsil eden asli günah, yani varlık suçu (crime of existence) uğruna adanmış birisidir; diğer insanlarsa artık erişemeyecekleri bu insana olan gönül borçlarını karşı-adanmışlık duygusunun verdiği bir çeşit sükûnet içerisinde öderler. Böylece bireyler, adaletin bir gereği olarak trajedinin kahramanında birleşip biz haline gelirler. Trajediyi (el-medîh) tasavvufa maleden, aşkın sağladığı bu anlamdaki bir adanmışlıktır; böylece trajedik söz veya davranış düzeni, sufinin arınmasını sağlar. Burada arınma veya arındırmanın (et-tezkiye) Kur’ânî bir terim olduğunu unutmamak gerekir. Ne var ki İslam’da arınma, gerçekte beni olanca berraklığıyla kristalleştirirken Helen trajedisinde ve evrimleşmiş tasavvufta, beni yok ederek bizleştirir. Geleneksel kültürde İslam büyüklerinin başlarına gelen acıklı öyküler anlatılırken, dinleyenler onların kendilerini kurban ettiklerine inanırlar ve o kişiler nezdinde bizleşip onlara bağlanırlar. Çağdaş İslam kültüründe görülen arabesk oluşumun dayandığı tarihsel zemin, bu Helen-Hıristiyan-Roman dokudur.
Tasavvufi düşüncede bilgi yerine aşkın, akıl yerine gönlün yerleştirilmek istenmesinde daha önemli etken, İslam’daki sancılı ve acılı bilme sürecinin verdiği hoşnutsuzluktan kurtulma isteği olmuştur. “Benim bildiklerimi siz bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz” diyen Hz. Muhammed’in söylediği gibi bilmek, acı verici ve çirkin bir süreçtir, insanın ağzının tadını kaçırır. Bilen aklın üstünlüğü, aynı zamanda acının da katmerleşmesine neden olur; eski yeni birçok filozof bu gerçeği ifade etmiştir. İnsanın bu acı ve çirkinlikten kurtulması için ya intihar etmesi, ya aklını kaybetmesi, ya da sarhoş olması gerekir. Sufiler, bu üç seçeneği dördüncü bir seçenekte sentezlemeyi başarmışlardır: aşkla sarhoş olup aklın değersizliğini ilan ederek Tanrı’da fânî olmak, yani ölmek. Her ne kadar tasavvufun gizemli diliyle örtülmek istenmişse de, akıldan kaçışın gerçek nedeni, yaşama isteğinin güdülediği acıdan uzaklaşmaktır.
Roma döneminin parlak filozofu Proclus, insanların aşırı saygı ve sevgisinden dolayı Nuh peygamberi Chronos halinde tanrılaştırdıklarını ifade etmiştir. Sevgi, genellikle insanların aklını körleştirir; bu durumda hayal dünyalarında tasavvur ettikleri nitelikleri sevdikleri şeye yüklemlerler. Hz. Muhammed vefat ettiğinde, Hz. Ömer ’Kim Muhammed öldü derse onu öldürürüm’ dediğinde, Hz. Ebû Bekr onu sakinleştirerek insanlara ’Biliniz ki her kim Muhammed’e tapıyorsa o ölmüştür; ancak her kim Allah’a tapıyorsa o ölümsüzdür’ diyerek akl-ı selimini, dostu Muhammed’in ölümüne duyduğu acısına hâkim kılmıştır. Sıfatı ne olursa olsun insanların tanrılaştırılmasının veya insanüstü vasıflarla nitelenmesinin yanlışlığını vurgulayan bu örnek, her ne kadar İslam eserlerinde kaydedilmişse de, Hz. Muhammed’e veya Hz. Ali’ye duyulan sevginin onları insanüstü veya doğaüstü bir konuma yerleştirmelerine engel olamamıştır.