7. Evren ve Bilgi Anlayışı: Görülen-Görülmeyen Evrenler

Pek çok kültürde duyusal görünen evren ile görünmeyen ancak kavranan bir başka evren ayrımı yapılmıştır. Helen düşüncesinde görünen ve görünmeyen âlemler ayrımını birçok filozofta görmek mümkündür. Helen kültüründe şairler görünmeyen ve tanrısal olan âlemin insan tarafından bilinmeyeceğine inanırlarken Platon ve Aristoteles gibi filozoflar bu bilgiye insanın aklıyla ulaşabileceğine, asıl felsefenin (proto philosophia) bu bilgi olduğuna inanmışlardır.

İnsan, öncelikle maddi özelliklere sahip olan bir beşerdir; görülen duyusalın (eş-şâhid) bir parçasıdır. Bu noktada peygamberlerin hiçbir farkı yoktur. Bu konuda Kur’ân’da şöyle denilmiştir: “Ben ancak ve ancak sizin gibi bir beşerim, [tek farkım] bana vahyolunmasıdır...” (Kur’ân 18: 110). Duyusal olanın bir parçası olan beşerin, olması gerekene yaklaşarak insan olması, onun biyolojik, psikolojik ve fiziksel yapısında hiçbir değişiklik meydana getirmez. Bu sadece ahlaki bir değişimdir. Gayb (el-ğayb çoğ. el-ğuyûb) veya gayb olan (el-muğayyeb çoğ. el-muğayyebât) peygamberin haber verdiği, gözden uzak olan yahut duyusal tecrübeye konu olmayan her şey demektir. Lügat anlamı bakımından, örneğin toprağın altında örtülü kalan şey gaybdır. İslam bilginlerine göre gayb, Kur’ân’ın haber verdiği geleceğe veya geçmişe ilişkin geçmiş olaylar, kıyamet, ölümden sonra dirilme (el-haşr), cennet, cehennem gibi olaylar, yerler ve şeylerdir.

Mâturîdî’ye (ö. 333/944) göre iman habere, yani gayba ilişkin bir onaylamadır (et-tasdîk). Haberin doğasında onun gaybla olan ilişkisi, imanın özündeyse onun haberle olan ilişkisi yatar. İman konusu haberin gayb değeri ne kadar yüksekse iman o derece yüksek sayılır. İbn Kesîr tarafından aktarılan bir hadise göre, Muâz b. Cebel’in de yer aldığı bir sahabe topluluğunun ’Ey Allah’ın peygamberi! Sana iman edip sana uymuşken, bizden daha büyük mükâfat görecek bir topluluk olacak mıdır?’ sorusu üzerine Hz. Muhammed şöyle demiştir: “Aranızda Allah’ın peygamberi apaçık duruyorken ve gökten size vahiy getiriyorken sizi bundan alıkoyacak ne olabilirdi ki [zaten]. Evet, sizden sonra, iki kapak arasında getirilen kitaba iman edip ondakilere göre eyleyen bir topluluk olacaktır; işte onların mükâfatı çok daha büyük olacaktır, işte onların mükâfatı çok daha büyük olacaktır.”

Mâturîdî’ye göre “İman, ancak gayba ilişkin olur, çünkü o onaylamadır [küfürse yalanlamadır]; onaylama ve yalanlama ancak haber hakkında olur; haberse ancak ve ancak gayb hakkındadır, görülenler (muşâhede) hakkında değildir.” Klasik İslam bilgeliğinde görülmeyen ve görülenin gerçekliğine ilişkin onaylamalar açıkça birbirinden ayırt edilmiştir. Duyularla şahit olunmayana yani gayba ilişkin haberin onaylanmasına iman, duyularla şahit olunana ilişkin duyu yargılarının onaylamasına ise inanç (el-i’tikad) denir. Hem iman hem de inanç bir onaylamadır.

İslam bilgeliğinde gaybın bilgisi konusunda eşit derecede taraftar bulan iki karşıt görüş bulunmaktadır: (a) Birincisi gayb ile şahit alanların arasının kesin bir şekilde ayırt edildiği, gaybın Allah’ın kendilerine bir kısmını bildirdiği peygamberler dışında hiç kimse tarafından bilinemeyeceğidir. Kur’ân’daki bazı ayetlere (Kur’ân 6: 59, 10:20) dayandırılan bu inancın hadis tarafından belirlenen genel formülüyse kaynaklarda ve İslam kültüründe şöyle yaygınlaşmıştır: “Gaybı Allah’tan başka hiç kimse bilemez.” Bu görüşün İslam kültüründe çok güçlü bir şekilde benimsenmesinde, onun hadis kaynaklı olmasının yanı sıra, gayb formülünün tevhid sözünün kalıbıyla ifade edilmesinin önemli bir payı olmuştur. Abdullah b. Ömer kaynaklı bir hadiste Hz. Muhammed “gaybın anahtarları beştir (mefâtîhu’l-ğaybi hamsetun), onları Allah’tan başka kimse bilemez” dedikten sonra (Kur’ân 31: 34) ayetini zikrettiği için, gayb bilgileri İslam yazınında Beş Bilinmeyen (el-muğayyebâtu’l-hamse) adı altında kavramlaşmıştır. (b) İkincisiyse gayb ile şahit alanları arasında kesin bir sınır bulunmadığı, bazı gayb bilgilerini (’ılmu’l-ğayb) Allah’ın peygamberlere bildirdiği, ayrıca peygamber olmayan kimselere de bildirebileceğidir.

Taberî bu ayeti, yukarıdaki hadise müracaat ederek şöyle yorumlamıştır:

“Şüphesiz vaktin ne zaman dolacağının bilgisi Allah’ta saklıdır”: İnsanların hiçbiri vaktin hangi sene, hangi ay, hangi gece veya hangi gündüz, ne zaman dolacağını bilemez. “Yağmuru o yağdırır”: Hiç kimse yağmurun ne zaman yağacağını, gündüz mü yoksa gece mi yağacağını bilemez. “Rahimlerde olanı bilir”: Hiç kimse rahimlerde ne olduğunu erkek mi dişi mi, kızıl mı siyah mı olduğunu bilemez.

Klasik İslam kaynaklarındaki genel kanaati yansıtan bu yorumda, şüphesiz ayetteki ifadelerde söylenmeyen “hiç kimse bilemez” gibi belirlemeler kullanılmıştır. Bu ayette “hiç kimse yağmurun ne zaman yağacağını bilemez” veya “hiç kimse rahimlerde ne olduğunu bilemez” ifadesi yer almamaktadır. Ayetin anlamına yapılan söz konusu ilave Kur’ân 6: 59, 10: 20 ile hadis kaynaklıdır. Yorumcu, hadiste belirtildiği üzere, 1/7.-3/9. yüzyıllar arasındaki bilgi birikimi içerisinde bu bilginin insan için mümkün olmadığı kanaatini, ayetin anlamına eklemiştir.

Hikmet kelimesinin anlamları arasındaki fıkıh kavramını açıklayan Mâturîdî’ye göre “fıkıh, benzerinin başkasını göstermesi suretiyle şey hakkındaki bilgidir (el-ma’rifet) veya görünen vasıtasıyla görünmeyen hakkındaki bilgidir veyahut dışta veya benzeri bir şey vasıtasıyla içteki gizli olanın bilgisidir.” Mâturîdî, İbn Kesîr gibi bilginler beş bilinmeyen arasında yer alan, yağmurun ne zaman yağacağı veya anne rahmindekinin ne olduğu gibi bazı hususlarda Allah’ın gaybı bildirebileceğini kabul ederler. Genel olarak Mâturîdî gayb ile şahit arasında kesin bir sınır bulunmadığı görüşündedir. Mâturîdî’den sonra İslam bilgeliğinde görülebilen şahit bilinebilen (ma’lûm) ve görülemeyen gayb ise bilinemeyen (el-mechûl) anlamını kazanmış; daha da önemlisi mantıksal akılyürütmenin tanımı olan ve Aristoteles’in Analytica Posteriora’sının açılış cümlesinde ifade edilen “bilinenlerden bilinmeyenlerin çıkarımlanması”, İslam bilgeliğindeki şahit kavramına eklemlenmiştir. Böylece görülmeyen ve bilinmeyenin, görülen ve bilinenden çıkarımlanabilir olduğu kabul edilmiştir.

21. yüzyıldaki birikimle hepimiz kabul ediyoruz ki yağmurun sadece ne zaman değil, ayrıca nasıl yağacağı (sağanak, sulu serpen, yoğun vs) bilinebilmektedir; rahimlerdeki ceninlerin erkek mi dişi mi olduğu, hatta çoğu fiziksel ve zihinsel özellikleri bilinebilmektedir. Ayrıca bu yüzyılda hiçbir bilginin yüzde yüz kesinlik ifade etmediğini de kabul ediyoruz. İslam bilgeliğinde tecrübe içi alan (şâhit) ile tecrübe dışı alan (gayb) arasında, her konuda mutlak bir ayrım yoktur. Bazı gayb bilgileri, zamanla bilinebilecektir; zaten bu, Kur’ân’da anlatılan iman esaslarının kendisine dayandırıldığı gerçeklik gerekçelerinden birisidir. Yani Tanrı, cennet, cehennem ve diğer bilinmeyenlerin varlığı şimdilik gaybdır, ne var ki onların var olduğunu herkes yakinen bilecektir. Demek istiyorum ki bazı gayb bilgileri, belirli zaman dilimiyle sınırlı bir bilinmezlik ifade eder; zamanın ilerlemesiyle bu bilinmezler, zaten kendiliğinden bilinir hale gelecektir.

Platon felsefeyi Tanrı gibi düşünmek olarak görüyordu. Aristoteles, insanın kendisine uygun olan bilgiyi bırakıp Tanrı’ya uygun olan, tanrısal bilginin peşine düşmesini doğru bulmayan şairlere karşı çıkarak, tanrısal bilginin insan tarafından da elde edilebileceğine inanıyordu ki onun felsefenin en üstün bilimi olarak gördüğü ilk felsefenin (proto philosophia) konusu Tanrı’nın kendisiydi. Modern dönemde Descartes, farklı bir bağlamda olmakla birlikte evrende hiçbir şeyin insan aklından gizli kalmayacağını savunurken, bilinenlerden hareketle bilinmeyen her şeyin elde edilebileceğine inanıyordu. İslam bilgeliğinin Helenleşmesi veya batılılaşması sonucu, felsefe alanında çoğu filozof ile tasavvuf alanında bazı mutasavvıflar nezdinde, bilinenler ile bilinmeyenler arasındaki sınır akıl veya gönül tarafından kaldırılmıştır. İslam bilgeliğinin öbür alanlarında şahit ile gayb alanları arasındaki sınır esnek olmakla birlikte hiçbir şekilde ortadan kaldırılmamıştır. Söz konusu esnekliğin açıkça kabul edilmesiyse Mâturîdî’den sonradır. Şahit-gayb ayrımı, şüphesiz İslam bilgi anlayışında Helenlerin benimsediği episteme anlamındaki zorunlu bilgiye izin vermez. Aynı şekilde Descartesçı-Newtoncu kesin bilgi de mümkün değildir.