7. Fayda (İstislah) Prensibi Üzerine Tartışma

İslam hukukunda delil olduğu konusunda ittifak edilen kaynaklar Kur’ân, sünnet, icma ve kıyastır. İttifak edilmeyen delillerse şöyledir:

Şer’î delilerden bir kısmının da delil olmasıyla tarifleri arasında da çeşitli ihtilaflar bulunmaktadır. Burada bir kısmının sâdece genel geçer kabul edilen kısa tanımlarına yer verilecektir.

Mesâlih-i Mürsele: Fıkıh usulünde, “hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir fayda sağlayan veya zararı gideren, fakat muteber veya geçersiz olduğuna dâir delil bulunmayan manalar” diye tanımlanmaktadır.

İstihsân: Müçtehidin bir meselede, o meselenin benzerlerine verilmiş hükümden vazgeçmesini sağlayan nass, icma, zaruret, gizli kıyas, örf gibi delile dayanarak o hükmü bırakıp başka hüküm vermesine denir.

Örf: İnsanların çoğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği özel anlamda kullandıkları, şer’î delillere aykırı olmayan sürekli, mevcut davranış veya lâfızlardır.

İstishab: Usul âlimlerince, geçmişte sabit olan bir durumun değiştiğine dair delil bulunmadıkça halihazırda varlığını koruduğuna hükmedilir.

Sedd-i Zerâyi: Haram veya mekruh çerçevesinde şer’ân yasaklanmış durumlara götüren vasıtaların da yasaklanmasına denir.

Mesâlih-i Mürsele Hakkında: Fahreddin er-Râzî

“Maslahat” teriminin çoğulu olan “mesâlih” fayda demektir; “mesâlih-i mürsele” ise herhangi bir şarta bağlanmamış fayda demektir; İslam hukuk metodolojisinde istislah ise hakkında Kur’ân, hadis veya icma delili bulunmayan ve İslam hukukunun özüne uygun olan faydaları ifade eden mesâlih-i mürsele ile hüküm çıkarmaya verilen addır.

Fahreddin Muhammed b. Ömer er-Râzî (ö. 606/1209) felsefe, kelam, mantık, fıkıh usûlü (İslam hukuk metodolojisi) ve tefsir alanlarında verdiği eserlerle meşhur olmuş Şâfiî mezhebine mensup bilginlerden biridir. Fıkıh usûlüne (İslam hukuk metodolojisine) dair el-Mahsûl adlı eseri çok meşhur olmuş ve üzerine muhtasar (özet) ve şerh (açıklama) tarzında birçok çalışma yapılmıştır. 
Şeriatın tanıklığı bakımından faydalar üç kısımdır:

1. Şeriatın gözetilmesini istediği fayda. Bu tür faydalar kıyas yoluyla tespit edilebilir...
2. Şeriatın geçersiz kıldığı fayda...
3. Ne gözetilmesi ne de geçersiz kılınması yönünde belirli bir nas (ayet veya hadis) bulunmayan fayda. Biz kıyas bölümünde münasebenin (bir şeyin hükmün gerekçesi olabilmesi için aranan uygunluğun) zorunluluk, ihtiyaç veya tamamlayıcı seviyelerde bulunabileceğini ifade etmiştik.

Gazzâlî –Allah ona rahmet eylesin– şöyle demiştir: “İhtiyaç veya tamamlayıcı seviyesinde görülen uygunluk durumunda sadece bu seviyede olan faydaya dayanılarak hüküm verilemez; çünkü bu sadece akla dayanarak şer’î (dini-hukuki) hüküm koymak anlamına gelir; zaruret seviyesinde olan bir uygunluk durumunda ise bir müctehidin buna uygun ictihad etmesi uzak bir ihtimal değildir. Bunun örneği şudur: Kâfirlerin bir grup Müslüman esiri kendilerine kalkan yapmaları durumunda, onlara saldırmadığımız takdirde bize saldırarak İslam ülkesini işgal edip bütün Müslümanları öldürecek olmaları, kalkan yapılan Müslümanlara doğru atış yaptığımız takdirde ise günahsız bir Müslümanı öldürecek olmamız dışında bir ihtimal bulunmaması. Böyle bir mesele hakkında şeriatın (İslam hukukunun) bildirdiği bir hüküm yoktur. Bu durumda biz kâfirlere saldırmasak onların bütün Müslümanlara saldırmasına izin vermiş oluruz ve onlar Müslümanları öldürdükten sonra o esirleri de öldürürler. Bu sebeple: ’Bu esir her halükarda öldürülecek, öyleyse tek bir Müslümanı korumayı bırakıp bütün Müslümanları korumaya çalışmak şeriatın amacına daha yakındır’ denilebilir. Bizim bu faydayı gözetmemizin sebebi onun üç niteliğe sahip olmasıdır. Bu nitelikler onun zorunlu, kesin ve genel oluşudur. ’Zorunlu’ kelimesiyle ihtiyaç veya tamamlayıcı seviyedeki uygunluk dışarıda bırakılmıştır. ’Kesin’ kelimesiyle kalkan durumundaki Müslümanlara doğru atış yapmadığımız zaman kafirlerin bize galip geleceklerinden emin olmama durumu dışarıda bırakılmıştır; çünkü bu durumda kalkan yapılan Müslümanlara doğru atış yapmak caiz olmaz. Bunun gibi, zor durumda kalan bir insanın kendi uyluğundan bir parça kesip yemesi caiz değildir; çünkü bunun onun kurtuluşuna sebep olacağını kesin bir şekilde bilemeyiz. ’Genel’ kelimesiyle ise kâfirlerin bir kalede bir Müslümanı kalkan yapmaları durumu dışarıda bırakılmıştır; bu durumda kalkan yapılan Müslümana doğru atış yapmak helal değildir; çünkü o kaleyi ele geçirmememiz durumunda bütün Müslümanları kapsayan bir kötülük meydana gelmez. Bunun gibi, bir gemide bulunan bir grup insan içlerinden birini attıkları takdirde hepsi kurtulacak, atmadıkları takdirde hepsi boğulacaksa onu atmaları caiz olmaz; çünkü bu genel bir şey değildir.” Gazzalî’nin sözlerinin özeti budur; Allah ona rahmet eylesin.

İmam Mâlik’in -Allah ona rahmet eylesin- mezhebine göre mesâlih-i mürsele deliline dayanmak caizdir. Onun bu konuda gerekçesi şudur: Konulan hükümlerde şu ihtimaller vardır: Ya zarardan tamamen uzak olup sırf faydayı gerektirmek, ya faydadan tamamen uzak olup sırf zararı gerektirmek, ya hem fayda hem zarardan tamamen uzak olmak, ya da ikisini bir arada içermek. Bu sonuncusu da üç kısımdır; çünkü ya fayda ve zarar eşit durumdadır, ya fayda zarardan daha fazladır, ya da zarar faydadan daha fazladır. Buna göre altı ihtimal vardır:

1. Hükmün zarardan tamamen uzak olup sırf fayda gerektirmesi. Bu tür hüküm kesinlikle meşru olmalıdır; çünkü şeriatların (dini hukuk sistemlerinin) amacı faydaları gözetmektir.
2. Hükmün zarardan çok faydayı gerektirmesi. Bu tür hüküm de kesinlikle meşru olmalıdır; çünkü az bir kötülük için çok olan iyiliği bırakmak çok kötüdür. 
3. Fayda ve zararın eşit olması. Abes/yersiz olacağı için böyle bir hükmün konulmaması gerekir. 
4. Ne fayda ne zarar içermesi. Abes/yersiz olacağı için böyle bir hükmün de konulmaması gerekir. 
5. Sırf zarar olması. Bu tür bir hükmün meşru olmaması gerektiğinde şüphe yoktur. 
6. Taşıdığı zararın faydadan daha çok olması. Bu tür hüküm de meşru değildir; çünkü faydadan fazla olan zararın kesinlikle ortadan kaldırılması gerekir.

Bu altı kısımla ilgili zikrettiğimiz hükümlerin peygamberlerin dininden olduğu neredeyse kesindir ve dini-hukukî hükümlerin konulmasının amacı bunlardır. Kur’ân ve sünnet kimi zaman açıkça belirterek, kimi zaman da zikrettiğimiz esaslara uygun şekilde koyduğu hükümler aracılığıyla bu hususu göstermektedir.

Konumuzla ilgili söylenecek son şey şudur: Biz kimi zaman yukarıdaki altı kısımdan birine ait olan bir meseleyle karşılaşıyoruz ve bu meseleye yakın türden bir mesele hakkında İslam hukukunun tanıklık ettiğini göremiyoruz; ancak mutlaka İslam hukukunun bu meseleyi uzaktan da olsa kapsamına almış olması ve bu meselenin sırf fayda, sırf zarar, faydası zararından fazla veya zararı faydasından fazla kısımlarından birisine dahil olduğu hususunda tanıklığının bulunması gerekir. Böylece her uygunluk (münasebe) hakkında İslam hukukunun ya yakın ya da uzak türden bir tanıklığının bulunduğu açıkça ortaya çıkmış olmaktadır.

Bu bilinirse mesalih-i mürselenin kesinlikle bir hüküm kaynağı olduğu akli ve dini delillere dayanılarak ortaya konulabilir:

Akli delil şudur: Biz, faydanın zarardan üstün olduğu durumlarda İslam hukukunun bu tür faydaya itibar ettiğini kesin olarak tespit ettikten sonra belirli bir hükmün faydasının zararından üstün olduğu konusunda kuvvetli bir kanaate sahip olursak, bu iki öncülden hareketle, bu faydanın İslam hukuku tarafından muteber olduğu konusunda kuvvetli bir kanaate sahip olduğumuz sonucu ortaya çıkar. Bu tür kanaate uymak gerekir; çünkü Hz. Peygamber: ’Ben zahire (görünene, güçlü ihtimale) göre hükmederim’ demiştir ve daha önce ifade ettiğimiz gibi zayıf ihtimale karşı güçlü ihtimalin tercih edilmesi aklın gereklerindendir. Bu da mesalih-i mürselenin bir hüküm kaynağı olmasını kesinlikle gerektirir.

Dini deliller ise nas ve icmadır:

Nas “(Düşünüp) ibret alın” (Kur’ân 59: 2) ayetidir. Bu ayette bir şey üzerinde düşünüp, ondan başka bir şeyin hükmünü çıkarmak emredilmektedir. Bir şeyin faydalı oluşunun onun meşru olduğuna delil kılınması da bu tür bir hüküm çıkarmaktır. Dolayısıyla bu delil nassın kapsamına girmektedir.

İcma ise şudur: Sahabenin tartışmalarındaki durumlarını tek tek inceleyen kişi kesinlikle bilir ki; zamanımızdaki fıkıhçıların (hukukçuların) doğru kıyas yapabilmek için ileri sürdükleri şartlarla, illet, asıl ve fer’de aranan şartlar sahabe tarafından dikkate alınmamıştır; bunun aksine onlar faydalara bakıyorlardı; çünkü onlar İslam hukukunun hükümlerinde amacın faydaların gözetilmesi olduğunu biliyorlardı. Bu ifade ettiklerimizin tamamı bir hüküm kaynağı olarak mesalih-i mürseleye dayanılabileceğini gösterir”.

er-Râzî, Fahreddin 1401/1981. el-Mahsûl (nşr. Taha Cabir el-Alvânî), Riyat, Camiatü’l-İmam Muhammed b. Suud el-İslâmiyye, II/3, 218–225. 
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Fayda İlkesi: el-Karâfî

Şihâbeddin el-Karâfî’nin (ö. 684/1285) el-Mahsûl üzerine yazdığı Nefâisü’l-usûl adlı şerhidir. İslam hukuku alanında birçok yenilik içeren önemli eserler veren Karâfî’nin, el-Mahsûl’ü özetlediği Tenkîhu’l-fusûl adlı metni Mâlikî mezhebinde en meşhur metinlerden biridir. Aşağıda Mâlikî mezhebine mensup Karâfî’nin mesalih/ fayda ilkesi hakkındaki değerlendirmeleri görülmektedir:

... Bu fetva örneği17 üzerinde düşünüldüğünde onun şeriatın tamamen geçersiz kıldığı bir faydayı temin etmek amacıyla verilmediği söylenebilir. Çünkü hükümdarlarla diğer insanlar arasında fark vardır. Kefaret günaha engel olmak için meşru kılınmıştır. Hükümdarlara köle azad ettirmekle engel olunamaz. Bu yüzden onlara ne engel oluyorsa onun tek kefaret olarak belirlenmesi gerekir. Bu tür bir faydacı bakış açısı kurallara ters düşmez.

Bundan daha açığı, şarap üretiminin durmasına sebep olacağı bilinse de asma ziraatini yasaklama yoluna gidilmemesi ve evlerin yakınlığı sebebiyle meydana gelebilecek zinanın ortadan kalkmasına sebep olacağı bilinse de evlerde bir arada kalmayı yasaklama yoluna gidilmemesidir. Şarap ve zinaya giden yolu tıkamak faydalı olmasına rağmen bu tür bir fayda düşüncesi icma ile (görüş birliğiyle) geçersiz kılınmıştır.

’İhtiyaç veya tamamlayıcı seviyesinde görülen uygunluk durumunda sadece bu seviyede olan faydaya dayanılarak hüküm verilemez; çünkü bu sadece akla dayanarak şer’î hüküm koymak anlamına gelir’ görüşü iki yönden eleştirilebilir:

1. Denildiği gibi değildir; tam tersine bu tür hükümler sahih bir ictihad yoluyla belirlenebilir. Tümevarım şeriatın hükümlerinin faydalardan ibaret olduğunu ve peygamberlerin faydaları temin ve zararları yok etmek için gönderildiğini göstermiştir. Kim zaruret, ihtiyaç veya tamamlayıcı seviyesinde bir hükmü mesalih (fayda) prensibine dayanarak ortaya koyarsa şer’î hükümlerin temeline dayanmış olur ve bu nefsî arzularla şer’î hüküm koyma anlamına gelmez.

2. Eğer bu, nefsî arzulara uyarak hüküm koyma anlamına geliyorsa, bunun zaruret derecesindeki hükümlerde yasaklanması daha önemlidir; çünkü zaruri olan hükümler dini hükümlerin en önemlileridir ve biz daha hafif olan konularda nefsî arzulara uymayı yasaklıyorsak daha büyük konularda aynı yasağı sürdürmemiz daha önemli görülmelidir... ’Sahabenin tartışmalarındaki durumlarını tek tek inceleyen kişi kesinlikle bilir ki; zamanımızın fakihlerinin doğru kıyas yapabilmek için ileri sürdükleri şartlarla, illet, asıl ve fer’de aranan şartlar sahabe tarafından dikkate alınmamıştır’ ifadesi şöyle açıklanabilir: Sahabe –Allah onlardan razı olsun– mesalih-i mürseleye dayanarak bir takım hükümler ortaya koymuş ve bu konuda icma etmişlerdir:

1. Hz. Ömer’in (ö. 23/644) Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634) tarafından kendisinden sonra halife olması için veliaht olarak belirlenmesi.
2. Kur’ân ’ın (bir kitap şeklinde) bir araya getirilmesi...
3. Hz. Osman (ö. 35/656) zamanında Cuma namazı için iki ezan okunmaya başlanması.
4. Hz. Peygamber’in mescidinin genişletilmesi, etrafındaki vakıfların alınıp mescide katılması ve vakıf olmaktan çıkarılması. Bu Hz. Osman tarafından yapılmıştır.
5. Hz. Ömer’in Ramazan’da insanlara cemaatle teravih namazı kıldırması için Übey b. Kâ’b’ı (ö. 33/654) imam tayin etmesi.
6. Halife seçiminde şura meclisinin kurulması. Hz. Ömer vefat etmeden önce altı kişilik bir şura meclisi kurmuş ve onlardan aralarından birini halife seçmelerini istemişti...
7. Hz. Ömer Medine’ye yağ ve yiyecek getiren Medineli ticaret erbabına kolaylık gösterilmesini emretmiştir; başka maddelerin ticaretini yapanlara aynı kolaylık gösterilmemiştir. Hz. Ömer bunu Medine halkının gıda maddelerini kolayca elde etmesini sağlamak için yapmıştır...
8. Cizyenin dört dinar, bazı gıda maddeleri ve yolcuları misafir etme gibi hususlarla takdir edilmesi. Bu takdiri Hz. Ömer yapmıştır...

Bunlar dışında Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında olmayan sayılamayacak kadar çok örnek vardır. Bunların tümünde sahabe, önceden bilinen bir benzer hüküm olsun veya olmasın, sadece faydalara (mesalihe) bakarak hareket etmişlerdir. Bu, zaruret, ihtiyaç ya da tamamlayıcı seviyesinde olan herhangi bir konuda mesalih-i mürsele prensibine göre hareket edildiğini kesinlikle ortaya koyar...

“Siyaseti bilen kişiye müftüler (ortadaki konuyla ilgili) bir asıl (ayet, hadis veya icma) bulunmadığını söylerse bu kişi kendi görüşüyle hareket eder” diyene karşı şöyle deriz: Böyle olması gerekmez. İmam Mâlik (ö. 179/795) fayda prensibine göre hüküm veren kişide ictihad yetkisinin bulunmasını şart koşar. Bu şekilde, meseleye bakan kişi şeriatın ahlakıyla ahlâklanmış olacağından onun aklı ve yapısı şeriata ters düşen şeylerden uzak durur. Siyaseti bilen kişi ise eğer asılları (ayet, hadis ve icmayla sabit hükümleri) bilmiyorsa onun yapısı şeriat ahlakından uzak olur ve farkında olmadan şeriat ahlakına ters düşen işleri hiç düşünmeden yapabilir.

İmam Mâlik bu konuda sahabeden nakledilen bazı hükümlere dayanmıştır. Aslında o bu konuda son derece bilgili olsa da bu rivayetleri yorumlaması gerekirdi. Mesela ona ulaşan bir rivayette bir kişinin Hz. Ömer’in sakalından bir çöpü almak için elini uzattığı, bunu yapanın halifeyi küçük düşürmeyi kasdettiğini düşünen Hz. Ömer’in: “Ne aldığını göster, yoksa elini keserim” dediği yer almıştır. İmam Mâlik bu rivayeti faydacı bir bakışla kan dökmenin caiz olduğunu gösteren bir delil saymıştır. Yine İmam Mâlik’e ulaşan bir rivayette Hz. Ömer’in valilerinin mallarının yarısına el koyduğu yer almış ve o bunu faydacı bir bakışla mallara el koymanın caiz olduğunu gösteren bir delil saymıştır. Halbuki onun birinci rivayeti yorumlayarak Hz. Ömer’in amacının sözlü uyarı olduğunu ve bunu fiilen gerçekleştirmeyeceğinin bilindiğini söylemesi gerekirdi. İkinci rivayeti ise Hz. Ömer’in valilerinin beytülmâlden (devletin hazinesinden) haketmedikleri bir miktar aldıklarını tespit ettiği şeklinde yorumlamalıydı. Hz. Ömer böyle bir şeyin gözünden kaçmasına müsaade etmeyecek kadar büyüktü. Valiler ise hatasız insanlar değillerdi.’ şeklinde yapılan eleştirilere karşı şöyle deriz:

Mâlikîler İmam Mâlik’ten yapılan bu naklin doğru olmadığını söylemektedir. El-Burhan adlı eserinde Cüveynî’nin (ö. 478/1085), İmam Mâlik’ten, ümmetin üçte ikisinin iyiliği için üçte birin öldürülmesine cevaz verdiğini nakletmesi,19 Mâlikîler tarafından kesinlikle yalanlanmış ve bu nakil onların kaynaklarında bulunamamıştır. Bu, sadece muhaliflerin kitaplarında belli bir kaynak vermeden naklettikleri bir şeyden ibarettir.

İnsanların mallarının ellerinden alınması ve valilerin mallarının müsadere edilmesi meselesi hakkında Siracü’l-mulûk adlı eserinde Ebü’l-Velîd etTurtûşî (ö. 520/1126) şöyle demiştir: ’Hz. Ömer valilerinin mallarının yarısına el koymuştur; çünkü onlar valilik itibarını kullanarak ticaret yapıyorlardı ve bu itibar Müslümanlara ait bir şeydi.’ Bu durumda malın aslı sahibine ait olmakla birlikte, Müslümanların itibarı mudarebe (emek-sermaye) ortaklığında emek sahibi olan kişiye benzetildi. Onların ticareti mudarebe ortaklığına benzetilerek bu ortaklığın hükmüne göre yarısı Müslümanlara yarısı da mal sahibine verildi. Bu güzel bir algılama biçimidir. Bunda sahabe –Allah onlardan razı olsun– hakkında beytülmâlden haketmedikleri şeyleri aldıkları yönünde bir suçlama da yoktur ve onlar emanete hıyanet etmemişlerdir. İmam Mâlik bu esasın dışına çıkmamıştır. Ayrıca sadece şüpheye dayanarak bir insanın malını müsadere etme yönünde İmam Mâlik’in verdiği bir fetva yoktur...

“İmam Mâlik’in görüşü doğru olsaydı insanların (İslâm’dan önce yaşayan ve adaletiyle meşhur) Kisra Enûşirvân’ın (579) zamanında geçerli olan kanunlara uyarlardı” sözlerine karşı verilecek cevap yukarıda geçtiği gibi, siyaseti iyi bilen yöneticiyle ilgili verilen cevabın aynısıdır. Perslerin siyasetçileri adil, zeki, işini bilen ve güzel ahlaklı insanlar olsalar da onlar sırları, gizli olan her şeyi ve aklın yolunu bulamadığı her konuyu bilen Şâri’in kurallarıyla uyum içinde hareket etmemiş, sadece akıllarına uymuş ve şeriatın hükümlerine uyup uymamayı önemsememişlerdir. İmam Mâlik ise şeriatın kurallarıyla uyum içinde olan insanın düşüncesine itibar etmektedir; çünkü bu tür insanın düşüncesi şeriata ters düşmekten uzak durur ve ona uymaya meyleder. Bu çok büyük bir farktır ve bu cevaba karşı söylenecek bir şey yoktur; hatta bu cevap eleştirilerin hepsini ortadan kaldırır...

Mesâlih-i mürsele prensibine uymanın İmam Mâlik’in mezhebine has olduğu söylenir. Ama bu doğru değildir. Aksine, bütün mezhepler bu prensibe uyar... Şâfiîler bu prensipten en uzak ve naslara uymaya en yakın insanlar olduklarını iddia etmekle birlikte, mesâlih-i mürsele prensibine uymada en ileri giden onlar olmuştur. Şâfiî mezhebinin büyük âlimi, ’Nihâyetü’l-matlab’ın müellifi ve el-Gıyâsî adlı kitabın yazarı İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî bu eserinde kendisiyle, hatta türüyle ilgili şeriatın açık bir delilinin tanıklık etmediği mesalih-i mürsele cinsinden hükümlere yer vermiştir. Meselâ Cüveynî şöyle demiştir:

“Beytülmal sıkıntıya düşerse ekin ve ürünlerden sürekli alınacak (zekât dışında) bir vergi belirlenebilir ve halife buradan gelen malları saray yapmak, süs ve nefsî arzuları için kullanmayıp onları İslâm ülkesini korumak için sarf eder.”

Şeriatta bu görüşü destekleyen bir nas yoktur; hatta bunu reddeden naslar bulunmaktadır. Meselâ Hz. Peygamber: ’Kendisi razı olmadan Müslüman kişinin malı helal olmaz’, ’Zarar vermek ve zararla mukabelede bulunmak yoktur’ ve ’Malda zekât dışında hak yoktur’ buyurmuştur. Cüveynî bütün bu delilleri bırakmış ve kendisinden önce dikkate alınmayan bu ’uygunluk’ (münasebe) durumunu dikkate almıştır... Cüveynî: “Kureyş kabilesinden bir halife bulmak imkânsızlaşırsa başka bir kişinin de halife olması caizdir” demiştir. Bu konuda bir nas olmadığı gibi bu görüş Hz. Peygamber’in “Yöneticiler Kureyş’tendir” hadisine aykırıdır.

Cüveynî şöyle demiştir:

“Kureyş kabilesinden olmayan birisini halife yaptıktan sonra Kureyşli birisini bulursak veya uygun bir Kureyşli yetişirse, birinci kişiyi azletmemiz mümkünse onu azlederiz ve işi ehline veririz; eğer bu mümkün olmazsa onu halife olarak bırakır, Kureyşli için uğraşmayız ve baştaki halifenin hükümleri Kureyşli gibi geçerli olur.”

“Müctehid bir insan bulunamazsa müctehid olmayan halife başa geçer ve onun verdiği hükümler müctehidin vereceği hükümler gibi geçerli olur.”

“Fasık, nefsî arzularına, çeşitli günah ve zevklere meyleden bir kişi dışında bir halife adayı bulamazsak, eğer İslâm ülkesine hıyanet etmeyeceğinden emin olursak onu halife yapabiliriz; yoksa yapamayız. Eğer bu kişiyi halife yaparsak onun nefsî arzularına uymasına engel olmayız; çünkü Müslümanların yöneticisiz kalmasının zararı onun nefsine uymasının zararından daha büyüktür.”

“Yetersiz bir Kureyşli aday ile Kureyşli olmayan yeterli bir aday karşı karşıya gelirse yeterli olan kişiye öncelik tanınır.”

Sonra el-Gıyasî adlı eserinde Cüveynî bu konuyla ilgili birçok mesele türetmiştir. Bu meseleler Mâlikîlere ait değildir ve Mâlikîlere sorulsa bu görüşlerin birçoğunu dile getirmekten çekinirler.

Aynı şekilde Mâverdî (ö. 450/1058) el-Ahkâmü’s-sultâniyye adlı eserinde mezalim yetkisini yargı, hilafet, vezirlik ve hisbe yetkisinden ayırmış, vezirliği tefviz ve tenfiz vezirliği olmak üzere ikiye ayırmış, her biri için ayrı şartlar ileri sürmüş, mezalim yöneticisine kadı ve halifeye vermediği yetkiler tanımış, onun kesin delil olmadan ceza vermesini ve karinelere bakarak tazir cezalarını uygulamasını caiz görmüştür. Bu konuda çok geniş davranmış ve detaylı görüşler ortaya koymuştur. Mâlikîlerin buna benzer çok az görüşü vardır. Bütün bu türetilmiş görüşler “fayda” olmaları dışında şeriat tarafından sadece genel anlamda muteber görülebilirler. Bizim de mesâlih-i mürsele ile kastettiğimiz bundan başkası değildir. Bu sebeple, başkalarının değil, esas Şâfiîler’in mesâlih-i mürsele prensibine uydukları söylense bu daha doğru ve adil bir söz olur.

Karâfî 1416/1995. Nefâisü’l-usûl fi şerhi’l-Mahsûl (nşr. Âdil Abdülmevcud-Ali Muavvaz), Mekke, Mektebetü Nizar el-Baz, IX, 4079–4098.
Çeviren: Mehmet Boynukalın