9. Hukuki Deliller ve Türleri: Ebû Zeyd ed-Debûsî

Kadı Ebû Zeyd Ubeydullah (veya Abdullah) b. Ömer ed-Debûsî (ö.430/1089) İslam hukuku, İslam hukuk felsefesi ve metodolojisi alanlarında önemli eserler vermiştir. Maveraünnehir bölgesinde, Buhara ve Semerkand şehirlerinde yaşayan Debûsî’nin el-Esrar, Te’sîsü’n-nazar ve Takvîmü’l-edille adlı eserleri fıkıh tarihinde önemli bir yere sahiptir. Ayrıca Debûsî’nin tasavvufla ilgili el-Emedü’l-aksâ adında bir eseri de bulunmaktadır. İslam hukuk metodolojisine (Fıkıh usûlüne) dair Takvîmü’l-edille adlı eserinde Debûsi şöyle demektedir:

Delillerin Türleri

Deliller iki türdür: Aklî ve şer’î.

Her tür iki kısımdır: Kesin bilgiyi gerektiren (mûcibe li’l-ilm) ve ihtimalli bilgiyi gerektiren (mücevvize).

Kesin bilgiyi gerektiren deliller bir şeyi kesin şekilde bilmeyi gerektiren ve onun aksini imkânsız kılan delillerdir.

İhtimalli bilgiyi gerektiren deliller (mücevvize) ise gerektirdiği bilgiye ’ilim’ adının verilmesini mümkün kılan, ama aksini de imkânsız kılmayan delillerdir.

Akli deliller sadece akıl yürütme yoluyla delil olduğu bilinenlerdir.

Şer’î deliller ise Yüce Allah’ın vahyi ve Hz. Peygamber’in sünnetiyle delil olduğu bilinenlerdir.

Bu esaslarda tartışma olduğunu bilmiyoruz. Zira bilgisini işitme üzerine kuran onun doğruluğunu ancak aklını hakem kılarak anlar; çünkü işitilen şeyin kendisi doğru veya yalan olması muhtemel olan bir haberden ibarettir. Onu söyleyen ise onu işiten gibi yaratılmış bir adamdır. Bu sebeple, yalan söylemiş olma ihtimali ortadan kalkmadan insanın kendisi gibi birisine uyması ve onun sözüyle hükmetmesi doğru değildir. Bu ihtimal ancak (peygamberin doğruluğunu gösteren) mucizeyle ortadan kalkar ve kişi aklıyla düşünmeden mucizeyi anlayamaz. Ayrıca biz şeriatı asla bilmeyenlerin de bir binadan yola çıkarak onu inşa edeni bulduğunu ve dünyevi faydalara akli delillerle ulaştığını görüyoruz. Onlar bunu yaparken iki tür bilgiye dayanıyorlar: Şüphesiz bilgi ve zıttının doğru olma ihtimali bulunan, bir tür şüphe bulunmakla birlikte kuvvetli kanaate dayanan bilgi. Şer’î deliller de böyledir. Meselâ Allah’ın kitabı şüphesiz kesin bilgiyi gerektiren bir delildir. Haber-i vâhid (bir ya da az sayıda kişinin rivayet ettiği hadis) ise bir tür şüphe ile birlikte bilgiyi gerektiren bir delildir...

Kesin Bilgiyi (İlmi) Gerektiren Şer’î Delillerin Türleri

Kesin bilgiyi gerektiren şer’î deliller dörttür:

1. Yüce Allah’ın kitabı, 
2. Hz. Peygamber’in kendisinden işitilen haber, 
3. Hz. Peygamber’den tevatür yoluyla rivayet edilen haber, 
4. İcma.

Bunların hepsinin yolu birdir; o da Hz. Peygamber’in haberidir; çünkü biz Yüce Allah’ın kitabını ancak Hz. Peygamber’in haber vermesiyle biliyoruz. İcmanın kesin delil oluşu da Allah’ın kitabına ve sünnete dayanmaktadır. Hz. Peygamber’den tevatür yoluyla rivayet edilen haber ondan bizzat işitilen gibidir... Böylece konunun merkezinde Hz. Peygamber’in haberinin olduğu ortaya çıkmıştır. Yalan söylemekten korunmuş olmadan peygamber olamayacağını gösteren deliller sebebiyle Hz. Peygamber’in haberinin doğru ve hak olduğunu biliyoruz...

Kitab’ın Tanımı ve Delil Oluşu

Yüce Allah’ın kitabı mushaf kapakları arasında yazılı olarak bize tevatür32 yoluyla nakledilen kitaptır... Tevatür derecesinden aşağıda kalan haberler gözle görülmüş derecesine ulaşamaz ve kesinlik gerektirmez... Yüce Allah’ın kitabının kesin şekilde bilinmesi ve kesin bilgiyi gerektirmesinin sebebi ise onun dinin esası olması, peygamberliğin onunla sabit olması ve diğer yolların yanlışlığının onun aracılığıyla ispat edilmiş olmasıdır...

Kur’ân’ın delil olduğu konusuna gelince, o Yüce Allah’ın sözüdür ve Yüce Allah’ın yanlış bir söz söylemeyeceği bilinen bir husustur...

Mütevatirin Tanımı ve Kesin Delil Oluşu

Mütevatirin tanımı hakkında farklı ifadeler kullanılmıştır. Bize göre o, tevatür yoluyla nakledilen, yani Hz. Peygamber’den bize kadar kesintisiz gelen ve çok kişinin peş peşe naklettiği haberdir. “Yazılar tevatür etti” denilir ve bununla yazıların yoğun şekilde birbirinin peşi sıra kesintisiz olarak gelmesi kasdedilir. Kesintisizliğin gerçekleşmesi için kesinti şüphesinin ortadan kalkması gerekir. Bu şüphe ortadan kalkınca (nakledilen haber) insanların kulaklarıyla işittiği habere benzer. Bu kesintisizliği sağlamanın yolu, haberin, çok olmaları sebebiyle normal şartlarda yalan söyleme üzerine anlaşmış olmaları düşünülemeyen bir topluluk tarafından nakledilmesidir. Zira insanlar farklı ilgilere sahiptir ve bunlara uygun şekilde davranırlar; onların bu farklılıktan ayrılıp tek bir konu üzerinde birleşmeleri ancak toplayıcı ve başka türlü davranmaya engel olan bir esasa uymalarıyla mümkündür. Bu esas ya işitip uydukları bir haber ya da yaptıkları bir anlaşmadır. Anlaşma ihtimali yanlışlanınca geriye sadece haber kalmaktadır. Mesela biz göğün üstümüzde olduğunu biliyoruz, biz bunu şu anda görerek bildiğimiz gibi mütevatir haberi de delil kabul ediyoruz. Yine biz babalarımızın kim olduğunu haber yoluyla öğrendik... Tevatür yoluyla gelen haber Yüce Allah’ın kitabındaki bir ayet gücünde delildir; çünkü deliller Hz. Peygamber’in yalan ve boş söz söylemekten korunmuş olduğunu göstermiştir ve Yüce Allah’ın kitabı da ancak onun haber vermesi yoluyla bilinmiştir...

Taklit ve İlham

Yüce Allah Âdemoğullarını fıtrat (bozulmamış yaradılış, sağduyu) üzere yaratmıştır. Şeytan onları, hakka giden yollar konusunda yanlışa düşürerek yavaş yavaş doğru yoldan saptırmıştır. Bu yolların başında taklit gelmektedir. Görüşünü önemsediği, fıkhî görüşlerine uyduğu ve bunu din sandığı için bir âlim başka bir âlimi taklit etmiştir. Bunu ona götüren ancak tembelliktir. Eğer o âlim ictihad etseydi taklit ettiği âlimin yaptığı şeyi başarabilirdi. Bunu gören cahiller, fıkıh bilgisine delil yoluyla ulaşmadan sadece sözünü işittikleri bir alimi taklit etmiştir. Bu durumda onlar cahilce taklit etmiş ve doğru yoldan sapmıştır. Sonra babalarını ve kendi zamanlarında yaşayanları taklit etmiş, işi taşlara tapmaya kadar vardırmışlardır. Dinlerin bozulması sadece halkın kötü âlimleri taklit etmeleri sebebiyle olmuştur; çünkü onlar taklit edilip baş olmaktan ve gerçek âlimlerle yarışmaktan hoşlanınca halk katında iyi görülen yeni şeyler (bidatlar) ortaya çıkarmış ve sünnete uyanları kötülemişlerdir. Bu şekilde din kökünden değişmiştir. Taklit cahilin sermayesidir. Taklidin sebebi ise insanın kendi değerini bilmemesidir. Bu şekilde insan kendisi gibi olan bir insana delilini bilmeden uymuştur.

Bundan sonra sırada ilham vardır. Buna uyan ise, fıtrat nuru üzere yaratıldığı iddiasıyla, bilgisizce ve nefsinin arzusunu izleyerek, hiç bir delili olmadan kalbine/gönlüne uymuş ve onu taklit etmiştir. Öyle ki bu kişi kendisinin peygamberlerin derecesinde olduğunu iddia etmiş ve taklit edenin tahtadan ilahlar edinmesine benzer şekilde kendi arzularını ilah edinmiştir. İlhama uyan bilgisizce kendi değerini fazla yüceltmiş, taklide uyan ise bilgisizce kendi değerini iyice düşürmüştür. Bu şekilde ikisi de helâk olmuştur. Kendi değerini bilen insan ise hiç helak olmaz. Bu iki kötülükten sakınmak isteyen kimse görüşünü Kur’ân ve sünnet, sonra akıl yürütme ve düşünme üzerine kursun. Doğruyu bulmak ancak Allah’ın yardımıyladır.

İnsanlar ilk dönemde, yani sahabe, tâbiin ve salih insanların –ki Allah hepsinden razı olsun- döneminde delile göre hareket ediyorlardı. Onlar önce Kur’ân’a, sonra sünnete, sonra Hz. Peygamber’in ardından gelenlerin sözlerinin içinden delille doğru olduğunu tespit ettiklerine uyuyorlardı. Kişi bir meselede Hz. Ömer’in görüşüne uyuyor, başka bir meselede ona muhalefet ederek Hz. Ali’nin görüşüne uyuyordu. Ebû Hanîfe’nin –Allah ondan razı olsun– öğrencilerinin, delilin gösterdiği şekilde hareket ederek, bazen Ebû Hanîfe’ye uydukları bazen de karşı çıktıkları yaygın biçimde bilinmektedir.

Şeriatta mezhep ne Ömerî ne de Alevi idi; sadece Hz. Peygamber’e bağlılık vardı. O nesiller Hz. Peygamber’in iyi görüp övdüğü nesillerdi. Onlar ne nefislerini ne de âlimlerini hüccet sayıyordu. Dördüncü asırda yaşayanların çoğu takvadan uzaklaşıp delilleri araştırmakta tembelliğe düşünce âlimlerini hüccet saymaya ve onlara uymaya başlamışlardır. Onların bir kısmı Hanefi, bir kısmı Maliki, bir kısmı da Şafii olmuştur. Onlar delili kişilerde görüp o mezhep üzere doğmakla doğruyu bulduklarına inanır olmuşlardır. Sonra onları izleyen nesiller, bir ayırım yapmadan kime dek gelirse, kendi âlimine uymuş ve sonuçta sünnetler bidatlarla yer değiştirmiş ve hak nefislerin arzuları arasında kaybolmuştur. Ayrıca “hubbiyye” (sevgi ehli) adında bir grup ortaya çıkmış, kendilerini beğenerek Allah’ın sevgilileri olduklarını ve Yüce Allah’ın onların kalplerine tecelli edip onlarla konuştuğunu iddia etmiş, bunun için içlerinden geçeni delil saymış ve kendi arzularını ilah edinmişlerdir.33 Bu sebeple bunlara karşı ileri sürülecek bir delil kalmamıştır. Allah bizi korusun.

Debûsî 1421/2001. Takvîmü’l-edille (nşr. Halil el-Meys), Beyrut, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, s. 18-19, 20, 21, 22, 399. 
Çeviren: Mehmet Boynukalın