9. İslam Hukukunun Kaynakları: eş-Şâfiî

Şâfiî (ö. 204/820) fıkıh usûlü üzerine ilk eser yazan âlimdir. Onun er-Risâle adlı eseri bu ilim dalının kurucu eseri sayılır. Abdurrahman b. Mehdi (198/814) Şâfiî’ye bir mektup yazarak, kendisi için, Kur’ân’ın anlamlarını, haberlerin kabul şartlarını, icmaın hüccet oluşunu, Kur’ân ve sünnette olan nâsih ve mensuhun açıklanmasını içeren bir kitap yazmasını istedi. Mektup anlamına gelen er-Risâle bu isteğe karşı yazılan bir cevabî mektup mahiyetindedir. Fıkıh tarihinde önemli bir yere sahip olan Şâfiî hakkında Ahmed b. Hanbel: “Şâfiî gelip aramızı bulana kadar biz ve rey taraftarları birbirimize lanet okurduk” demiştir. Şâfiî hadis taraftarlarınca “hadis savunucusu” (nâsıru’l-hadis) lakabıyla anılmıştır. Fahreddin er-Râzî insanların Şâfiî’den önce fıkh usûlüne dair meselelerden söz ettiklerini, ama bu konuda küllî bir metot ortaya koyarak eser telif eden ilk kişinin Şâfiî olduğunu, akli ilimlere nisbetle Aristoteles neyse şer’î ilimlere nisbetle Şâfiî’nin o konumda olduğunu söylemiştir. Şâfiî fıkıh usûlünde yerleşik bir formülasyon haline gelen Kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan dört temel delil anlayışını açık ve net bir şekilde ortaya koyan ilk kişidir. Bir taraftan kendisiyle amel edilsin veya edilmesin haber-i vahidin başlı başına bir hüccet olduğunu savunan Şâfiî hadis ehline yaklaşmış, diğer taraftan kıyasın hüccet olduğunu belirterek rey ehline yaklaşmıştır. Ancak o istihsan metodunu açık bir şekilde reddederek bu noktada rey ehlinden uzaklaşmıştır.

Allah’ın dinine inanmış olan bir insanın başına gelen herhangi bir olayda doğru yolu gösteren delil Kur’ân’da kesinlikle vardır. Yüce Allah şöyle buyurur: “İnsanlara indirileni kendilerine açıklaman ve onların da düşünmeleri için sana Kur’ân’ı indirdik” (Kur’ân 16: 44); “Her şeyi açıklamak ve Müslümanlara hidayet, rahmet ve müjde olması için sana Kur’ân’ı indirdik” (Kur’ân 16: 89)...

Beyan (açıklama), kökleri bir, dalları çok olan ve birçok anlamı kapsayan bir kelimedir. Bu (özünde) bir ama teferruatlı olan anlamlar en azından şu noktada birleşir: Bu açıklamaların hepsi, bu sözlere muhatap olan ve Kur’ân’ın kendi lisanlarında indiği insanlar için bir tür beyan (açıklama) hükmündedir, bir kısmı diğerine göre daha açık olmakla birlikte bu insanlar açısından bu sözler birbirine yakın derecede açık sayılır, ancak Arap dilini bilmeyenler bakımından bunların birbirine ters düştüğü zannedilebilir.

Yüce Allah’ın kadim/ezelî hükmü gereği, insanlara kendisine kulluk etmeleri için Kur’ân’da yaptığı açıklamalar özetle şu kısımlara ayrılır:

1. Kimi hükümleri Allah insanlara nas (açık ve kesin ifade) yoluyla açıklamıştır. Mesela namaz, zekât, hac ve oruç gibi farzlar, açık ve gizli fuhşiyatın haram kılınması, zina, içki, meyte (şer’i usûle göre kesilmeden ölen hayvan), kan ve domuz eti yemeyle ilgili nasla bildirilmiş hükümler ve abdestin nasıl alınması gerektiğiyle ilgili açıklamalar ve benzerleri Allah’ın nas yoluyla açıkladıklarındandır.

2. Kimi hükümler Kur’ân’da kesin bir şekilde farz kılınmış, nasıl yapılacağı ise Hz. Peygamber’in diliyle açıklanmıştır. Meselâ namazın kaç vakit olduğu, zekâtın miktarı ve vakti ve Kur’ân’da bildirilen (ama açıklaması Hz. Peygamber tarafından yapılan) diğer farzlar gibi.

3. Kimi konularda Allah nas yoluyla bir hüküm koymamış, Hz. Peygamber o hükümleri sünnet yoluyla bildirmiştir. Allah Kur’ân’da Hz. Peygamber’e itaat etmeyi ve onun hükmüne boyun eğmeyi farz kıldığına göre, kim Hz. Peygamber’in hükmüne uyarsa Allah’ın bunu farz kılması sebebiyle ona uymuş olur.

4. Kimi konularda Allah insanlara hükmü arayıp ictihad etmeyi farz kılmış ve diğer farz kıldığı şeylerde onları itaat etmekle imtihan ettiği gibi burada da ictihad emrine itaat etmekle onları imtihan etmiştir... Meselâ Allah kıble olarak insanların Mescid-i Haram’a yönelmesini emretmiş ve Hz. Peygamber’e şöyle hitab etmiştir: “...Seni razı olacağın bir kıbleye yönlendirececeğiz; yüzünü Mescid-i Haram’a doğru yönelt ve nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin” (Kur’ân 2: 144)... Yüce Allah, Mescid-i Haram’ın kendisine uzak oldukları zaman, insanları doğru bir şekilde ictihad etmeye yönlendirmiş ve onlara yerleştirdiği, eşyayı ve zıtlarını birbirinden ayırt eden akıl ve kendisine doğru yönelmelerini emrettiği Mescid-i Haram’ın yolunda onlar için diktiği alâmetler aracılığıyla bu ictihadı yapmayı farz kılmıştır. Yüce Allah şöyle der: “Kara ve denizin karanlıklarında yol bulmanız için yıldızları yaratan odur” (Kur’ân 6: 97); “ve (yeryüzüne) alâmetler (koymuştur) ve onlar yıldızlarla yollarını bulurlar” (Kur’ân 16: 16). Bu alâmetler dağlar, gece, gündüz, bunların içinde farklı yönlerden esen ve isimleri bilinen rüzgârlar, güneş, ay ve gökyüzünde doğup battığı ve bulunduğu yerler bilinen yıldızlardır. Yüce Allah bu anlattığım şeylerden yola çıkılarak Mescid-i Haram’a doğru yönelme konusunda insanların ictihad etmelerini farz kılmıştır. Bu sebeple, ictihad ettikleri sürece insanlar Allah’ın emrinden çıkmış sayılmazlar. Ancak Mescid-i Haram’ın kendisinden uzakta oldukları zaman Allah onların istedikleri yere yönelmelerine izin vermemiştir. Ayrıca Allah onlara şu hükmünü de haber vermiştir: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor” (Kur’ân 75: 36)... Bu da gösteriyor ki; Hz. Peygamber dışında kimsenin delil göstermeden bir şey söylemesi mümkün değildir... Kimsenin kendi görüşüne dayanarak güzel gördüğü bir sonuca ulaşması (istihsan yapması) mümkün değildir. Zira kişinin kendi görüşüne dayanarak güzel gördüğü bir sonuca ulaşması önceden benzeri olmayan bir şeyi (yeni bir hükmü) ortaya koyması demektir...

Bu tür bilgi (ictihad) daha önce anlattığım şu hususu gösterir: Bir bilgi kaynağından gelmedikçe kimsenin herhangi bir şey hakkında helâl ya da haramdır demesi mümkün değildir. Bilgi kaynağı ise Kitab veya sünnette yer alan haber, icma ve kıyastır...

Kıyas Kitab veya sünnette yer alan habere uygunluğu çeşitli yollarla aranan bir hüküm kaynağıdır. Zira Kitab ve sünnet aranması farz olan hakkın göstergeleridir/alâmetleridir...

Onlara uygunluk iki şekilde gerçekleşir:

1. Yüce Allah’ın veya Hz. Peygamber’in bir şeyi nas yoluyla haram veya helal kılması bir anlam (mana) sebebiyle olmaktadır. Eğer biz bu anlamı Kitab veya sünnetin nas yoluyla hükmünü belirtmediği bir konuda görürsek onun da helal veya haram olduğuna hükmedebiliriz; çünkü bu şey de helal veya haramla aynı anlamı taşımaktadır.

2. Bir şeyin bir yönüyle bir konuya, başka bir yönüyle de başka bir konuya benzediğini (şebeh), ancak bu iki konudan birine daha çok benzediğini görebiliriz. Bu durumda o şeye, kendisine en çok benzeyen şeyin hükmünü veririz.

İlim

İlim iki kısımdır:

1. Umumi/Genel İlim: Ergin ve akli melekeleri yerinde olan herkesin bu tür bilgileri bilmesi gerekir... Mesela beş vakit namaz, insanların Ramazan ayında oruç tutmasının, güçleri yeterse Kâbe’yi haccetmelerinin ve mallarından zekât vermelerinin Allah’ın emri olması, Allah’ın onlara zina, insan öldürme, hırsızlık ve içkiyi haram kılması ve buna benzer biçimde kulların anlama, uygulama, can ve mallarından verme ve haram kıldığını terk etmesiyle ilgili bilgiler gibi. Bu tür ilim Allah’ın kitabında nas şeklinde (açık biçimde) bulunduğu gibi Müslümanların geneli de bu tür bilgilere sahiptir. Bütün Müslümanlar bu bilgileri kendilerinden önceki bütün Müslümanlardan nakleder, bu bilgileri Hz. Peygamber’e dayandırır ve bu bilgilerin ondan nakledilmesi ve Müslümanların üzerlerine farz olması hakkında görüş ayrılığına düşmezler. Bu bilgiler, kendisinde haber ya da tevil (yorum) yönünden yanlışlık bulunması mümkün olmayan ve üzerinde görüş ayrılığına düşülmesi kabul edilmeyen umumi/genel ilmin konusunu oluşturur...

2. Hususi/Özel İlim: Hakkında Kur’ân nassı bulunmayan, çoğu hakkında sünnet nassı da olmayan, ama kulların yerine getirmesi gereken, farzların teferruatı, bazı özel hükümler ve bunlara benzeyen meselelerle ilgili bilgilerdir. Bunların bir kısmıyla ilgili sünnet bulunsa da bu, özel kişilerin naklettiği haberler kısmındandır ve Müslümanların genelinin bildiği haberlerden değildir ya da tevil ihtimali bulunan ve kıyas yoluyla telafi edilebilecek bir haberdir... Bu tür ilim insanların geneli tarafından elde edilemez ve özel insanların hepsi de bu ilmi elde etmekle mükellef/yükümlü kılınmamıştır. Ama bu ilmi elde etme ihtimali bulunan özel insanların hepsinin onu bırakması kabul edilemez; onların içinden yeterli sayıda bir grubun bu ilmi elde etmeleri durumunda onu elde etmeyen diğerleri inşaallah günahtan kurtulmuş olurlar. Bu tür ilmi elde edenler onu elde etmeyenlerden daha üstündür. 

Haber-i vâhid

Bana birisi dedi ki: Az sayıda kişinin verdiği haberin (haberü’l-hâssa) ilim adamlarına göre hüccet/kaynak kabul edilip doğru kabul edilmesi için gereken asgari şartı benim için tanımla.

Ben de şöyle dedim: (Bunun asgari şartı) Hz. Peygamber’e veya onun dışında kimden rivayet ediliyorsa ona ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden naklettiği haberdir (haberü’l-vâhid). Bu tür haberin hüccet/kaynak sayılabilmesi için şu özelliklere sahip olması gerekir:

Onu nakleden din açısından güvenilir, sözünde doğrulukla tanınmış, naklettiğini anlayan, hadisin manasını/anlamını değiştirecek lafızları/sözcükleri bilip, hadisi işittiği şekilde aynı harflerle nakletmeye dikkat eden ve anlam ile rivayet etmeyen bir kişi olmalıdır; çünkü anlamı değiştiren sözcükleri bilmediği halde anlam ile rivayet ederse bilmeden helâli haram yapabilir; ama hadisi aynı harflerle rivayet ederse onu değiştirmekten korkmayı gerektiren bir sebep kalmaz. Ayrıca onun, hadisi ezberinden naklederse onu eksiksiz ezbere bilmesi, kitabından naklederse kitabını iyice korumuş ve hatırlıyor olması, bir hadisi iyi ezberleyenlerle birlikte rivayet ettiğinde onların rivayetine uyması, bir kişiyi gördüğü halde ondan işitmediği bir şeyi ondan işitmiş gibi rivayet edenlerden (müdellis) olmaması, Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadislerin güvenilir ravilerin rivayetlerine ters düşmemesi gerekir. Kendisinden rivayet ettiği ravi de onun gibi olmalı ve bu şekilde hadis Hz. Peygamber ya da başka bir kimseden rivayet ediliyorsa ona ulaşana kadar kesintisiz (mevsûl) biçimde gitmelidir; çünkü ravilerden her biri rivayette bulunduğu kişiyi bildirmiş ve kendisinden rivayette bulunana bir şey bildirmiştir; bu sebeple anlattığım özellikler her birinde ayrı ayrı bulunmak zorundadır.

İcma

Bana birisi dedi ki: “…Allah’ın nas (açık bir ayet) yoluyla bir hükmü bulunmadığı ve Hz. Peygamber’den de nakledilmeyen, ama insanların görüş birliği içinde olduğu hükümlere uymanda dayanağın nedir? Başkalarının dediği gibi sen de onların icma’ının (görüş birliğinin), nakletmeseler de sahih bir sünnete dayandığını mı iddia ediyorsun?”

Ben de ona dedim ki: Onların görüş birliği ederek Hz. Peygamber’den naklettiklerini söyledikleri şeyler –inşallah– onların dediği gibidir; ancak ondan nakletmedikleri şeylerin Hz. Peygamber’den bir nakle dayanılarak söylenmiş olması muhtemel olduğu gibi başka türlü olması da muhtemeldir ve bunun ondan nakledildiğini varsaymak doğru olmaz; çünkü ondan işitilmemiş bir şeyin ondan nakledilmesi mümkün değildir ve başka bir şekilde olması muhtemel olan bir şeyin zayıf bir ihtimal (tevehhüm) yoluyla ondan nakledilmesi doğru olmaz.

Eğer bu soruyu soran: “Bu dediğini kanıtlayan ve onu güçlendiren bir dayanağın var mı?” derse, ona şöyle denir: … Hz. Peygamber şöyle demiştir: “… Kim cennetin ortasına yerleşmek isterse cemaatten ayrılmasın, çünkü şeytan tek kişiyle beraber olur, ama o iki kişiden daha uzaktır…” Bunun tek bir anlamı vardır. Müslümanların cemaati farklı şehirlerde bulunduğuna göre kimse farklı yerlerde bulunan insan cemaatinin bedenlerine bağlı kalamaz… çünkü bu mümkün değildir; ayrıca bedenlerin bir arada bulunmasının bir faydası da yoktur. Bu durumda, helâl ve haram kılma ve bu konularda (Allah’a) itaat etme hususunda cemaatin izlediği yoldan ayrılmama dışında cemaatten ayrılmamanın bir anlamı yoktur. Kim Müslümanların cemaatinin söylediği şeyi söylüyorsa o onların cemaatine bağlanmış olur; kim de Müslümanların cemaatinin dediğine muhalefet ederse ayrılmamanın emredildiği o cemaate muhalefet etmiş olur. Hata/yanlış ancak ayrılıkta olur; cemaatte/toplulukta ise herkesin Kitab, sünnet veya kıyasın gösterdiği bir manayı gözden kaçırması –inşallah– mümkün değildir. 

Kıyas

... Dedi ki: Kıyas nedir, o ictihadla aynı anlama mı gelir, yoksa ikisi birbirinden farklı mıdır?

Dedim ki: İkisi de aynı anlama sahip iki isimdir.

Dedi ki: İkisinin ortak anlamı nedir?

Dedim ki: Bir Müslümanın başına gelen her olayla ilgili uyulması gereken bir hüküm ya da o konuda hakkın yolunu gösteren bir delalet (işaret, alâmet) vardır. Müslüman, o olayın kendisiyle ilgili bir hüküm varsa ona uymalı, olayın kendisiyle ilgili hüküm yoksa hakkın yolunu gösteren delaleti bulmak için ictihad yoluna gitmelidir. İctihad ise kıyastır.

Dedi ki: Âlimler kıyas yaptıkları zaman Allah katındaki hakkı bulduklarını kesin olarak bilirler mi? Onların kıyasta ihtilafa düşmeleri caiz midir? Her konuda tek bir yoldan gitmekle mi yoksa farklı yollardan gitmekle mi emrolunmuşlardır? Onların kesin olan hükmü (bâtını, işin içyüzünü) bilmeden kuvvetli ihtimale (zâhire, görünüşe) dayanarak kıyas yapmalarının geçerli olduğunun delili nedir?..

Ona dedim ki: İlim farklı kısımlara ayrılır:

1. Onun bir kısmının hem görünüşe (zâhire) hem de işin içyüzüne (bâtına) göre doğru olduğu kesindir; bir kısmının ise sadece görünüşte (kuvvetli ihtimale göre) doğru olduğu bilinir. Onun kesin olan kısmı Allah’ın hükmünü bildiren nas (açık bir ayet) veya Müslümanların genelinin kendilerinden önceki Müslümanların genelinden naklettiği Hz. Peygamber’in sünnetidir. Bu iki yolla helal kılınan şeyin helal, haram kılınan şeyin de haram olduğuna kesin tanıklık edilir. Hiç bir kimsenin bu tür hükümleri bilmemesi ya da onlar hakkında şüpheye düşmesi mümkün değildir.

2. Özel bilgi (ilmü’l-hâssa) ise daha az sayıda insanın haberine dayanan sünnet bilgisidir. Âlimler bu bilgiye vâkıftır ve onların dışında kalanlar bunu bilmekle mükellef/yükümlü değildir. Hz. Peygamber’den haber veren özel kişilerin doğruluğuna dayanan bu bilgiler âlimlerin tamamı ya da bir kısmı tarafından bilinir. İlim sahipleri bu bilgiye uymalıdır. Bu bilgi sadece zâhiren/görünüşte doğrudur (doğruluğu kuvvetli ihtimaldir).

3. İcma bilgisi.

4. Hakkı arayıp bulmak için yapılan kıyas ve ictihada dayanan bilgi. Bu tür bilgi âlimlerin hepsine göre olmasa da kıyası yapana göre görünüşte doğrudur/haktır ve onun içyüzünün doğruluğunu kesin olarak Allah’tan başkası bilemez. Eğer böyle bir konuda bilgiye ulaşmak için kıyasa başvurulur ve doğru şekilde kıyas yapılırsa çoğunlukla bu kıyası yapanlar aynı sonucu elde eder; bazen de farklı sonuçlara ulaşırlar.

Kıyas ise iki kısımdır:

1. Birisi şudur: Bir şey (kendisine kıyas edilen) asılla aynı anlamı taşır; bu durumda kıyasta görüş ayrılığı olmaz.

2. Diğeri şudur: Bir şeyin benzediği birden çok asıl vardır. Bu durumda o, en yakın olduğu ve en çok benzediği asla benzetilir. Kıyas yapanlar bu kısımda kimi zaman görüş ayrılığına düşerler.

Şâfiî 1399/1979. er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire, Mektebetü Dâri’t-Türâs, s. 20–25, 39–40, 357–360, 369–372, 471–476, 476–479.  
Çeviren: Mehmet Boynukalın