İslam dininde evrensel bir değer sisteminden söz etmek mümkündür. Bu değer sistemi ölçülülük, emek ve adalet kavramlarına dayanır. İnsanın ister dini ve ahlaki, ister toplumsal ve siyasi, isterse iktisadi bütün yapıp ettiklerinin bir değeri vardır. Kişinin dini mükellefiyetleriyle ilgili yaptığı veya yapmadığı her şeyle ilgili bir kazanç veya zarar söz konusudur. Her şeyin bir hesap ve ölçü içerisinde olduğu, tesadüfün bulunmadığı bir evrende haksız bir kazanç veya karşılığı olmayan bir emek olamaz. Esasen haksız kazancın veya karşılıksız emeğin ontolojik imkânsızlığı, İslam’daki evren anlayışında tesadüfün imkânsız görülmesinden dolayıdır. İslam iktisat siyasetinin evrensel ilkelerinden birisi yine bizzat Kur’ân tarafından şöyle belirlenmiştir: “İnsan için, kendi emeğinin karşılığından başka hiçbir şey yoktur. Ve kişinin emeği ileride mutlaka önüne konulacaktır. Sonra da emeğinin karşılığı kendisine tam olarak verilecektir” (Kur’ân 53: 39–41). Emek ve adalet ilişkisi, İslam’ın sadece dini ve ahlaki konularda değil iktisadi alanda da temel bakışını özetleyebilecek yeterliliktedir. İslam’da emek ve dinamizm, bazen abartılı şekilde vurgulanan kavramlardır. Hz. Muhammed’in boş boş oturan kimselere selam vermeden geçtiği, buna karşın bir çöple yeri kazıyan kimselere dahi selam verdiği, hadis literatürünün yer verdiği önemli tespitlerden birisidir.
İslam iktisadı denilince bundan çağdaş matematiksel ekonomi teorileriyle kıyaslanabilir bir öğreti anlamak doğru olmaz; esasen böyle bir mukayesede, iktisadın kurucusu sayılan Adam Smith bile sınıfta kalır. Bununla birlikte İslam dinini ortaya koyan Kur’ân ve hadislerde açık bir şekilde iktisadi siyasetin temel ilkeleri, hatta iktisadi ilkeler belirlenmiş ve İslam tarihi boyunca çeşitli yöntemler ve yorumlar içerisinde uygulanmıştır. Her şeyden önce İslam’da ticaret, Ortaçağ Avrupa kültüründe olduğunun aksine, ahlaksız kimselerin uğraş alanı olarak değil, şerefli bir uğraş olarak görülmüştür. Dahası “veren el alan elden üstün” tutularak çalışma ve üretim teşvik edilmiştir. Nitekim Hz. Muhammed, ticaretle uğraşan biriydi. Bireylerin mülkiyet ve serbest tasarruf hakları, israf boyutuna varmamak üzere meşrulaştırılmıştır. Burada israf kavramının, yaptırımsal özelliği bulunan hukuki değil ahlaki bir içeriğe sahip olduğu vurgulanmalıdır. Öte yandan israf, sadece iktisadi bir kavram da değildir; siyasi yahut ahlaki herhangi bir seçimdeki aşırılık demektir. Dolayısıyla israf bir bütündür; ahlaki aşırılık, diğer aşırılık çeşitleriyle birlikte gelişir.
“İslam’da” diyor Bernard Lewis “eski dünyadan farklı olarak bir köle, artık menkul bir mal değil, tanınan yasal ve ahlaki konumu bulunan bir kişiydi. Kadınlar, çokeşlilik ve cariyeliğe muhatap olmakla birlikte, Batıda modern çağa kadar ulaşılamayan mülkiyet haklarına sahiptiler.” Buna karşın kendi alın teriyle kazanmış bireyin servetinde, emeği geçmemiş bile olsa başka bireylerin haklarının bulunduğu tespit edilerek, İslam’daki iktisadi siyasetin sosyal adalet ilkesi tesis edilmiştir. İslam iktisat siyaseti, pek çok konuda olduğu gibi, milli veya dini bir çerçeveyle sınırlı olmayıp evrensel bir çerçeveyi öngörmektedir. Bunun en somut örneği, faiz konusundaki yasağın, sadece İslam topraklarında değil, Gayr-i Müslimlerin ülkelerinde de, pek çok İslam düşünürü tarafından yasak sayılmasıdır.
Sosyal adalet gözetilmeksizin sermayenin adaletsiz bir şekilde artışı, sermayeciliğin (capitalism) de lokomatifidir. Dolayısıyla ezilen bir toplumsal sınıf, hatta kitleler, sermayeciliğin doğasının bir gereğidir. İslam’da servet kavramına ve kazanımına karşı en ufak bir ima dahi yoktur; hatta durum tam da tersidir. Ancak İslam’da açık bir şekilde yasaklanan, sermayeciliğin temelini oluşturan adaletsiz servet birikimidir (Kur’ân 9: 34–35). İnsanların emeklerinin karşılığı olan değeri gasp ederek servet biriktirmek, doğal bir şekilde dolaşımda olması gereken değerin bir yerde toplanması demektir. Bir örneğe başvurursak vücutta normal bir şekilde dolaşması gereken kan sıvısı dokuları beslemezse, bu dokular ölmeye başlar ki tıp dilinde bunun adı kangrendir.
İslam iktisadı veya İslam ekonomisi Hindu-Pakistan kaynaklı çağdaş bir terim olup 20. Yüzyılın ortalarına doğru meydana gelmiş ve özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızla gelişmeye, bağımsız bir disiplin olmaya başlamıştır. Terimin Türkiye’ye gelişiyse, 1950lerde İstanbul Üniversitesi’nde çalışmaya başlayan Hintli düşünür Muhammed Hamidullah (1908–2002) sayesinde olmuştur. Daha sonra Türkiye’de bu kavramı geliştiren başlıca isimler iktisatçılar Sabahaddin Zaim (1926–2007) ile Ahmet Tabakoğlu’dur. İslam iktisadı kavramı 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren çeşitli yayınların yapılması, üniversitelerde İslam iktisadına ilişkin çalışmaların başlatılması ve bu konuyla ilgili araştırma enstitülerinin kurulması, İslam Konferansı Örgütü tarafından İslam Kalkınma Bankası’nın kurulması gibi etkenler sonucu hızla gelişmektedir. Bununla birlikte, yukarıda belirtildiği üzere İslam düşünürlerinin iktisadi konulardaki görüşlerinin 20. Yüzyılda ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. İslam düşünürlerinin iktisadi konulardaki görüşleri, İslam’ın doğuşuyla birlikte başlamıştır. İslam iktisadına ilişkin bilgi ve belgeler başlıca hukuk, hadis, tefsir ve tarih yazınında yer almaktadır ki bunlar, İslam iktisat düşüncesine ilişkin çağdaş çalışmalara kaynak teşkil etmektedir. İşte bu bölümde çağımızda son derece önem arz eden iktisat konusuna Müslümanların nasıl baktığını gösteren metinlerden oluşan bir çerçeve sunulacaktır.