İSLAM RÖNESANSI

Batı yazınında kullanılan bir deyimle 8. yüzyıl ortalarından 13. yüzyıla kadarki dönem, bir “İslam Rönesansı” veya “İslam’ın Altın Çağı”dır. İslam siyasi tarihinde, yer yer kaos biçiminde görülen hareketlilikten kalkarak, bu ortamda bilgi ve medeniyetin nasıl gelişmiş olabileceği, hele hele İslam Rönesans’ı gibi bir kavramın nasıl mümkün olduğu sorulabilir. İslam’da bilim ve medeniyetin gelişimini, tamamen siyasi oluşumlara bağlayarak açıklamak yanlış olur. Bilgi, İslam’ın ve Müslümanların ayrılmaz bir parçasıdır; İslam kimliğinin özüdür. Çağımızda görmeye alışkın olduğumuzun aksine, erken dönem İslam medeniyetinde bilginler, devlet desteği olmaksızın ve bağımsız olarak çalışmalarını yapma geleneğindeydiler. Bu yüzden, İslam medeniyetinde bilim ve medeniyetin gelişimini, sadece devlet merkezli olarak, devlet tarafından kurulan tercüme evlerine, kütüphanelere veya medreselere dayanarak açıklamak büyük bir talihsizliktir. Örneğin Zübeydî’ye (ö. 379/989) göre sadece 8. yüzyılın ilk çeyreğinde, münhasıran Basra bölgesinde üçbin (3.000) civarında dilbilgini bulunmaktaydı.1 Üstelik bu insanların ortaya koydukları tezler, basitçe dilbilgisiyle ilgili değil, çağımızdakilerle kıyaslanabilir şekilde dilbilim teorisiyle ilgiliydiler. Bu dilbilimcilerin hepsinin devlet görevlisi olduğunu düşünebilmek mümkün değildir. Söz konusu tarihlerde İslam coğrafyasının genişliği hesaba katılırsa, o zamanlardan günümüze ulaşan eserlerle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir külliyat ve bu külliyatın müellifi olan sayısız bilgin, kolayca hesaplanabilir. Daha sonraları İslam medeniyetinde devlet geleneği yerleştikçe, bilgi de kurumlaştırılmaya başlanmıştır. Buysa, bilgide siyasi etkilerin daha fazla oranda yer alması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla İslam tarihi boyunca, siyasi oluşumların bilgiye daha fazla veya daha az ilgi göstermesi ile bilginlerin desteklenip çalışabileceği ortamların oluşturulmasına bağlı olarak, bilgi üretiminde ivme değişimlerinin meydana geldiği söylenebilir. Devlet baskısının olduğu durumlarda bile bilginler, İslam’ın kendilerine verdiği araştırma ve bilme yetkilerini kullanmışlardır. Öte yandan İslam coğrafyasındaki gayrı mütecanis siyasi yapıdan dolayı, bir bölgede baskı gören veya itibar görmeyen bir bilgin, bir başka Müslüman siyasi otorite tarafından desteklenebilmiştir. Dolayısıyla İslam medeniyetinde, bir yandan Hz. Muhammed’in vefatından sonra başlayan ve bağımsızlaşmaya kadar giden karışıklıklar, görüş ayrılıkları ve iç savaşlar sürerken, öbür yandan bilgi ilerlemeye devam etmiştir. Böylece kendi akışında ilerlemeye devam eden ve ücra köşelerde biriken bilgiler, barış ve huzur ortamının sağladığı dönemlerde, daha ziyade devletleşmiş öğretim kurumlarında ani sıçramalar halinde kendini göstermiştir. Bu barış ve huzur ortamının sağlanmasında, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz’in yanı sıra, hiç şüphesiz Abbâsîlerin önemli bir payı olmuştur.