SİSTEMLEŞME

İslam dini, önceki peygamberler tarafından getirilen bütün bilgeliklerin doğal mirasçısı olduğu ilkesi gereğince, güzel ve doğru olan her şeyi benimseme azmini taşımıştır. Öyle ki ilim, Çin kadar uzakta bir yerde bile olsa alınmalıydı. Ancak İslamiyet, bu mirası geliştirme ve olgunlaştırma iddiasında bulunmuştur. İslam’ın getirdiği yeniliklerin başında insanların eşitliği ilkesi gelir. Bu ilke, ırk farklılıklarının ahlâki bir çatıda birleştirilmesini ifade eden İslam ümmeti (ümmet-i İslam) idealinin de dayanağıdır. Üstünlük iddiası, bundan böyle yalnızca ahlaki zeminde meşruiyet kazanabilirdi. İnsanların birbiriyle yarışması, böylece zararlı bir zeminde değil yararlı bir zeminde sürdürülebilecekti.

Kölelik, çok eski zamanlardan beri varolan bir toplumsal yapıyı ifade ediyor ve daha ziyade iktisadi anlam taşıyordu. Tevrat’ta kişinin borcuna karşılık kendisini köle olarak satması hükmü yer alırken İncil’de köle azat etmekten söz edilmez. Gelenekler ve mülkiyet hakları konusunda son derece hassas olan İslam, bir çırpıda köleliği reddetme yolunu seçmemiştir. Öncelikle kölelerin azat edilmesi dinen ve ahlâken teşvik edilmiş, savaş esirlerinin köleleştirilmesi yerine fidye, esir değişimi veya okur-yazarlık öğretme gibi karşılıklarla serbest bırakılması yoluna gidilmiştir. Kur’ân’daki temel ilkeler (Kur’ân 2:177, 4:92, 5:89, 9:60, 24:32, 58:3, 90:13), Hz. Muhammed’in ve sahabenin bütün uygulamaları, köleliği pekiştirmeye ve sürdürmeye değil, onu ortadan kaldırmaya yönelik olmuştur. Müslümanların ilk müezzini Bilal-i Habeşî, Hz. Ebû Bekir tarafından sahibinden satın alındıktan sonra azat edilmişti. Ancak İslam devletlerinde köleliğin tamamen silindiği söylenemez. İslam medeniyetinin, eski geleneklerin direnci karşısında yenilikçi özelliklerinden taviz verdiği hususlardan birisi de köleliğin sürdürülmesi hatta yasallaştırılması olmuştur. İbn Haldûn gibi bazı İslam düşünürleri, İslam’ın insanla ilgili bütün hukuki zemine rağmen, zencilerin daha az insan olmalarından yahut dilsiz hayvanlara benzemelerinden dolayı tarih boyunca köleleştirilmeye muhatab olduklarını belirtmişlerdir. Batı dünyasındaysa ilkin İngiltere ve Birleşik Devletler’de 1807de, ardından 1926da Milletler Cemiyeti tarafından köleliğin yasaklanması, ahlaki gerekçelerden ziyade Sanayi Devrimi’nin insan iş gücüne gerek bırakmaması, hatta köle sınıfının yüksek bir maliyet doğurmasına bağlı olarak gerçekleşmiştir. Marksçı tarihçilerin yorumuna göre Sermayeci (Capitalist) çağdaş medeniyet, homo sapiens kavramı üzerinden köleliği kaldırmışsa da, kendisinin yarattığı homo economicus (iktisadi insan) kavramı üzerinde köleliği daha güçlü bir şekilde inşa etmiştir. Bu gibi gerekçelerden ötürü kölelik, çağımızda da halen tartışılmakta olan bir kavramdır.

Miras hukukunda kadının payı gibi tamamen örfe ve toplum yapısına bağlı nedenlere dayalı hükümlerden hareketle İslam’da kadının aşağı görüldüğü gibi haksız ve ideoloji kokan saldırılar bir yana, insan bireyi olması bakımından kadının gerek hukuken gerekse toplumsal ve iktisadi bakımdan tam bir kişi haline gelmesi, modern tarihte İslam’la birlikte gerçekleşmiş bir olgudur. Bununla birlikte İslam’ın getirdiği diğer yeniliklerde olduğu gibi bu konuda getirdiği yeniliklerin uygulamada geleneklerin direnciyle karşılaştığı belirtilmelidir.

İslam, doğadaki yaşamı kutsayan ve yaşamın her türlüsünü koruyup kollayan bir dindir. Bundan dolayı İslam’ın belirlediği siyasi yapı, tek dinli-dilli-milletli tekbiçimci değil farklı dinlerin, dillerin, milletlerin sadece yaşamasına izin veren değil yaşamasını sağlayan çokbiçimci bir sistemdir. ’Eğer Allah dileseydi, yeryüzündeki herkes topyekûn [ona] iman ederdi; [hal böyleyken] insanları iman edinceye kadar zorla[yabilir] misin?’ (Kur’ân 10:99). İslam tarihinde pek çok savaşa ve yıkıma tanıklık etmek mümkündür, ancak İslam hiçbir zaman ölmüş milletler ve diller, hatta ölmüş dinler mezarlığı olmamıştır. İslam’daki yeni toplum modelinin bütün temelleri, İslam inanç esaslarının kabul edilmesine veya Müslüman olmasa dahi bu esaslarla uzlaşmasına bağlıdır. Böylece İslam devletlerinin toplum yapısında iki temel sınıf vardır: Müslümanlar ve Zımmiler. İslam devletinin egemenliğini tanıyan, devlet tarafından güvenlikleri sağlanan, yasal bakımdan kendi mahkemelerine izin verilen, bunlara karşılık devlete vergi vermekle yükümlü olan Gayrı Müslimlere zımmi denir. İslam’ın ilk zamanlarında Hıristiyan ve Yahudilerin yanı sıra Zerdüştler ve Budacılar da zımmi sayılırken, sonradan zımmi, sadece Hıristiyan ve Yahudileri kapsayan bir terim olarak kullanılmıştır.

İslam, hem dini hem dünyevi konularda bir hesap ve ölçülülük dinidir. Tanrı sevgisi, elbette İslam tarafından da arzulanan bir şeydir; ancak bu sevgiyi ruhbanlık düzeyinde aşırı hale getirmek, insanların genelinin doğasına uygun olmayan bir taleptir. Nitekim böyle bir aşırılığı gerçekleştirmek mümkün de olmamıştır: “Ona [İsa’ya] uyanların kalplerine sevgi, şefkat ve merhameti yerleştirdik. Uydurdukları ruhbanlık ise Bizim emrimizden kaynaklanmış değildir. Onu Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak çin kendileri icat ettiler, fakat ona da gereği gibi uymadılar” (Kur’ân 57:27). Çünkü İslam’ın insandan yapmasını istediği tek şey, ibadet ve Tanrı sevgisi değildir; insanın beşeri ihtiyaçları, talepleri ve duyguları da saygıyla karşılanmıştır. Bununla beraber, ruhbanlık yasaklanmış da değildir; sadece böyle bir talebin kurumlaşmasını sağlayacak bir hukuki zemin oluşturulmamıştır. Bu nedenledir ki İslam yasamasının (teşri) temel metinlerinde, ruhban sınıfını yasallaştıran hiçbir dayanak mevcut değildir. Ne var ki Hıristiyanlığın İslam’daki etkileri sonucunda İslam tasavvuf hareketi, Hıristiyanlıktaki biçimde olmamakla birlikte, zamanla tarikat biçiminde kurumlaşmış, İslam devletleri tarafından da tanınmıştır.

Farklı dillerin, dinlerin, eski adet ve geleneklerin, beyaz ve siyah derili ırkların, çatışan menfaatlerin, birbirine karşıt siyasi duruşların en keskin olduğu bir ortamda elbette hiçbir şey kolay olmayacaktı. İnsanlar yeni bir inanç sistemini benimsemiş olsalar da eski adetlerini, düşmanlıklarını, siyasi eğilimlerini bir çırpıda üzerlerinden çıkarıp atamayacaklardı. Daha büyük tehlikeyse, İslam’ın yarattığı siyasi ve iktisadi gücün, bu eski çatışmaların taraflarından herhangi birisi için manipüle edilmesiydi. İslam, bütün bu güçlüklerden açıkça etkilendi. Ne var ki İslam’ın getirdiği yeniliklerden sonra tarih sahnesinde hiçbir şey, eskisi gibi de olmayacaktı.